Romancılığıyla edebiyatımıza derin bir iz bırakmış olan Oğuz Atay’ın -nedendir bilinmez- öykücülüğü romancılığının gölgesinde kalmış ve hikâyeleri yeteri ölçüde değerlendirilmemiştir. Birçok derginin çıkarmış olduğu öykü özel sayılarında göremeyiz Atay’ı. Hâlbuki Atay, romanlarında gösterdiği başarının benzerini hikâyelerinde de sergilemiştir. Onun keskin dili, derin tahlili, kendine has dili, ince dokunuşları tüm hikâyelerinde –romanlarında olduğu gibi– hissedilir.
Biz bu çalışmada, Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya adlı hikâyesini tahlil ederken aynı zamanda ihmal edilmiş hikâyeciliği üzerine de –Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya hikâyesi özelinde– eğilmeye çalışacağız.
A. Olay Örgüsü
Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya, savaş yıllarında, bir demiryolu istasyonunda yazdıkları hikâyeleri yolculara satarak geçinen üç hikâyecinin zaman içerisinde birbirlerinden, kendilerinden, okurlarından, hayattan ayrılmalarını ve yeteneklerinin aşınmasını hikâye eder.
Hikâyenin kopma noktalarına göre hikâye beş bölüme ayrılarak incelenebilir:
Birinci bölümde üç hikâyecinin(anlatıcı, genç yahudi ve genç kadın) günlerini nasıl geçirdikleri anlatılır. Buna göre üç hikâyeci de sabahları uyur, akşama doğru uyanıp hikâyelerini yazmaya başlarlar; ilham bu vakitlerde gelir ve kolay kolay gitmek bilmez. Genellikle gece yarılarına kadar yazar ve uykuya dalıverirler. Yazdıkları hikâyeleri trendeki yolculara satarak geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Satış yapabilmek için de güncel konularda yazmak gayreti içerisindedirler. Onlar da tıpkı yiyecek satıcıları gibi “satış” yaparlar; ama asıl amaçları esnafa benzer bir zihniyetle ticaret yapmak değil, sanattır. Zaten pek fazla da satış yapmazlar. Diğer satıcılar onlardan önce davranıp satışlarını yapar ve sıra hikâyecilere gelene kadar da yolcuların paraları bitmiş veya tren kalkmış olur. Hikâyeciler, istasyon şefinin ve yolcuların kendilerini birer esnaf gibi görmelerinden hoşlanmazlar. Hatta istasyon şefinin kendilerine “esnaf hikâyeciler” demesine alınırlar. Bununla birlikte hepsi de bilir ki, yaptıkları da pek farklı değildir, onlar da diğer satıcılar gibi mallarını satmak için bin türlü iş çevirirler. Üç hikâyeci de tren istasyonunda birer kulübede kalmaktadırlar. Yazdıklarını istasyon şefinin daktilosunda kopya ederler ve son kopya da genelde silik olur. Onlar da istasyon memurları gibi orada yerleşiktirler. Bu sebeple kendilerini oranın memuru gibi görürler; ama ücretlerini devlet memuru gibi toplu halde almazlar, bireylerlerden parça parça alarak geçinirler. Satışlarını genelde gece yarıları yaparlar; ekspres treni o sıralarda gelmektedir. Posta treninde satış yapamadıkları için geçimlerini genelde ekspres trenindeki yataklı yolculardan sağlarlar. Hikâyeciler satış yapmak için genelde kompartıman memuruna rüşvet olarak yazdıkları hikâyelerden verirler. Bu yolcular zaten yemeklerini yemekli vagonda yedikleri için istasyondaki diğer satıcılardan pek bir şey almazlar. Bu yolcular da olmasa, iyice aç kalacaklardır. Bununla birlikte gece boyunca yazıp yorgun düştüklerinde çoğu kez ekspres trenine yetişemezler. Yetiştiklerinde de diğer satıcılardan sıyrılmaları güç olmaktadır.
Anlatıcı, hikâye yazarak geçimin sağlanmasının zorluklarını bize derinden hissettirir. Gece yarılarında tren beklemek, satış yapmak için seslenmek, mallarını beğendirmek için övmek, zor şartlar altında hikâye kopya etmek ve hikâye alıcılarının sınırlı olması… Buna rağmen bu bölümde anlatıcı süregelen sorunlar dışında sorun pek yaşamaz. Bize aynı zamanda hikâye yazmanın amacı da söylenir: Sanat. Yalnız sanat, anlatıcı tarafından fizyolojik ihtiyaçlardan sonra ihtiyaç duyulan bir alandır. Zira anlatıcının ve diğer hikâyecilerin geçimlerini sağlamada karınları tok olan yataklı vagon yolcuları rol oynarlar. Posta trenlerindeki yolcularsa ancak karınlarını doyurmakla yetinebilmektedirler. Ayrıca hikâyecilerin “gece” çalışmaları ve satış yapmaları, onları diğer satıcılardan farklı kılmıştır. Geceleri diğer satıcılar satış için pek uğraşmamakta, geceyi beklememektedirler; ama sanatçılar “gece”nin adamlarıdırlar adeta. Gecenin karanlığında mallarını bize satarlar. Bunu da anlatıcının hikâye yazmak sanatını diğer satış türlerinden farklı kılmak düşüncesinde olduğu şeklinde algılayabiliriz.
İkinci bölüm anlatıcının genç kadına âşık olmasıyla başlar. Anlatıcı, genç kadının bir gün hikâye satmak için yine yataklı vagona girmek istediği sırada tanımadıkları bir vagon memuru onu itip düşürür ve anlatıcı ona yardım etmeye çalışırken ondan etkilenmeye başlar. Genç kadın da anlatıcının kendisine böylesine yakın bir davranış sergilemesi sonucu ona ilgi duyar. Bu sıralarda diğer satıcılar da vagonlara girmeye başlamışlardır çünkü artık mallarını açık olarak değil ambalajlayarak satarlar -ki bu da yolcuların ilgisini çekmektedir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi okuyucular yazılan hikâyeleri beğenmemeye başlar, basmakalıp ve modası geçmiş bulurlar. Bir de istasyona artık sadece posta treninin uğrayacağı söylentileri başlamıştır. Tüm bu üst üste gelişen olaylar sonucu anlatıcı ve genç kadın birbirine kenetlenir ve “hangi rüzgârın kendilerini attığını bilmedik”leri bu istasyonda sık sık sevişmeye başlarlar. Sonbaharda, ince kazağının içinde titreyerek hikâyeler yazmaya çalışır anlatıcı.
Sanatın pek saygı görmediği tarzında bir düşünceye ulaştırır bizi anlatıcı. Çünkü memur; hikâyecileri sıradan bir esnaf, satıcı olarak görüp genç kadını kapının dışına itmiştir. Sanatın, daha önemlisi sanatını yaymanın ve bu sanatla geçim sağlamanın ne kadar güç bir durum olduğunu da bize hissettirir anlatıcı. Sanat, bazen hor görülebilir; ama sanatçılar kenetlenerek bu zor durumun üstesinden gelmeyi bilirler.
Üçüncü bölüm genç yahudinin iyice hastalanıp hikâyelerini yazamaz duruma gelmesi ve genç kadının da bezginleşmesi sonucu anlatıcının, ikisinin de hikâyelerine yardım etmek durumunda kalmasıyla başlar. Anlatıcı hem genç yahudinin hem de genç kadının hikâyelerine yardım etmesi nedeniyle eskisine göre daha kötü hikâyeler yazmaya başlar. Hikâyelerinin konularını güncel konuların dışına taşırmaya başlar; konu bulmakta zorlanır. Aşk hikâyeleri yazmaya başlar âşık olmasının da etkisiyle; ama istasyon şefinin bu hikâyelerin yanlış anlaşılabileceğini söylemesi nedeniyle bu konuda hikâye yazmayı bırakmak durumunda kalır. Zaten istasyon şefi işlerine iyice karışmaya başlamıştır. Hep, benzer hikâyeler yazmaya başlar anlatıcı. Zamanla düşünceleri bulanmaya başlar anlatıcının. Artık eskisi gibi güncel olaylar bulamamakta, insanlar ve maceraları birbirine bağlamakta zorlanmaktadır. Zaten
eskisi gibi de güncel konulardan haberdar olamamaktadır. Savaşın bitip bitmediğinden, topraklarımızın genişlediğinden veya daraldığından haberdar değildir. Hatta savaşın nerelerde geçtiğinden bile haberdar olamamaktadır. Bir müddet sonra anlatıcı, şehir isimlerinde yanlışlıklar yapmaya ve hatta yöneticilerin adlarını bile karıştırmaya, unutmaya başlar. Artık istasyonda pek kimseyle konuşmuyordur. İstasyondakiler birbirlerine seslenmemektedir. Anlatıcı, hikâyelerinde geçen kelimeler dışındaki kelimeleri hatırlamamaya başlar. Artık istasyon şefi bile aksiliğini sadece hareketleriyle ifade eder olmuştur. Genç yahudi de konuşamayacak kadar hastadır. Genç kadınla artık “sessizce” sevişirler. Tüm bu sessizlik, kelimelerden kopmuşluk ve çok sayıda hikâye yazmak zorunluluğu anlatıcının yazarlık yeteneklerinin körelmesine sebep olur.
Anlatıcının belirtilen nedenlerden dolayı yeteneğinin körelmesi anlamlıdır. Aslında anlatıcı, bize bir hikâyecinin neler yapmaması gerektiğini de söylemiştir: Güncel haberlerden haberdar olmamak, çok fazla hikâye yazmaya çalışmak, diğer kişilerle iletişimi kesmek… Anlatıcının yeteneklerinin körelmesi neden-sonuç ilişkisi içerisinde bize sunulmuştur.
Gazetelerin pahalanması, artık trenlerle taşınmaması; ekspresin artık haftada bir istasyona uğraması ve genç yahudinin ölümüyle başlar dördüncü bölüm. Anlatıcı, gazetelere ulaşamaması sonucunda artık güncel haberlerden hiç haber alamamaya başlayarak tamamen kendi hayal dünyasında sıkışıp kalır. Bununla beraber ekspresin haftada bir uğraması anlatıcının işine gelir. Artık kısa, benzer ve çok hikâye yazmak durumunda kalmayacaktır. Hele yahudinin ölmesi sonucu onun hikâyelerini de yazmak durumundan kurtulmasıyla sıkışık durumdan sıyrılmaya başlar anlatıcı. İçine sine sine hikâyeler kaleme alır -daha uzun hikâyeler… Geçimini sağlayabilmek için hikâyelerini daha pahalıya satmak zorunda kalacaktır anlatıcı. Tüm gayretine rağmen yine de bazı yolcular onun yazdığı hikâyeleri eleştirir ve anlatıcı buna fena şekilde içerlenir. Bir başka yolcuya; aç olduğunu, böyle bir durumda nasıl hikâye yazmasının beklenebileceğini söyler; ama tüm bu içerlemeler ve sinirlenmeler sonucunda hisseder ki, bu tür anlarda daha iyi hikâyeler yazabilmektedir.
Anlatıcının, içerlediğinde ve sinirlendiğinde daha iyi yazılar kaleme alabilmesi de anlamlıdır. Anlatıcı, böyle anlarda daha iyi ürünler ortaya konabileceği kanısını taşır gibidir. Yine burada bir hikâyecinin ne yapması gerektiği de verilir: Çok sayıda hikâye yazmaya çalışmamak. Anlatıcının artık gazetelere ulaşamadığının dile getirilmesi ise kurgusal bir eksikliği de gün yüzüne çıkarmıştır. Çünkü hikâyenin bu kısmından öncesinde gazetelerle alakalı hiçbir ifadeye rastlamayız. Anlatıcı güncel olayları yolculardan öğrenir sadece. Oysa bu bölümde anlatıcının güncel bilgileri edinememesi gazetelerin pahalanmasına ve artık trenle taşınmamasına bağlanmıştır.
Son bölümse genç kadının istasyonu bir gece terk etmesiyle başlar. Anlatıcı genç kadının gitmesiyle iyice yalnızlığa düşmüştür. Tutunacak bir şeyi kalmamıştır. İstasyondaki diğer satıcılar da sırayla terk eder istasyonu. Tek başına kalmasına rağmen anlatıcı, içindeki hikâyeleri yazmaya kararlıdır. Hem, bakkal da veresiyeyi kesmemiştir henüz. Sonunda istasyona tren de uğramamaya başlar, istasyon şefi de artık yoktur. İstasyonda tek kişi olarak anlatıcı kalmıştır. Hikâyelerini yazmaya devam eder, yazdıklarını okurlarına ulaştırma gayretindedir. Hiçbir okuyucusu kalmayınca okurlara bir mektup yazmak ister; ama hiçbir adres bilmemektedir. Nereye, kime gönderecektir mektubu? Kendi adresini bile bilmemektedir. Yine de yazar mektubunu, istasyonda yaşadıklarını hikâye eder. Hala istasyonda bir hikâyecinin bulunduğunu, hikâyelerini okuyacak kişileri beklediğini yazar.
Mektubunu şöyle sonlandırır adres bilmediğinden:
“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”
Anlatıcının okurlara böyle bir seslenmede bulunması, aslında sanatı sanat yapan temel bir özelliği de su yüzüne çıkarır: Okur-yazar ilişkisi. Anlatıcı, içindeki hikâyelerin sadece kendinde kalmasını istememektedir. Okuyucusu kalmamış bile olsa, bir gün birilerinin hikâyelerini okuyacağından ümitlidir. Anlatıcı artık adres bilmediğinden, yerini yurdunu bilmemesinden; okuyucunun ayağına gidemez, onların kendisini bulmasını diler.
Hikâye, üç hikâyecinin yaşadıklarını konu edinse de aslında sanatın ne’liğine de bir tür dokunuştur. Okur-yazar ilişkisinin çetrefilliğine bir gönderidir. İç anlamıyla okuyuculara seslenilir. Hem başlı başına bir özgün hikâye olması hem de anlatıcının sanatsal durumunu göstermesi bakımından önem taşımaktadır Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya.
B. Zaman
Hikâyenin anlatımında zamanla ilgili ifadelere pek başvurulmamış olmasından hikâyenin hangi tarihi anlattığını tam olarak kestirmemiz pek mümkün görünmemektedir. Bununla beraber ufak ipuçları verilmiştir. Hikâye savaş zamanlarında geçmektedir. “Savaş zamanı” ifadesi geçmektedir; ama bu savaşın nerede hangi ülkede ve hikâyenin hangi ülkede geçtiği, yer ismi verilmediğinden bilmediğimiz için belirleyeceğimiz tarih ancak bir tahmin olabilecektir. Hikâyenin anlatıldığı ülkeyi yaşadığımız topraklar olarak ele alırsak Türkiye / Osmanlı) işimiz kolaylaşacaktır. Hikâyede anlatıcı, savaşın ne durumda olduğunu, nerelerde geçtiğini, toprak kazandığımızı veya kaybettiğimizi bilmediğini dile getirmesi bizim için çok önemli ipuçlarıdır. Bu ipuçları, hikâyenin geçtiği zamanı belirlememizde bize çok yardımcı olacaktır. Bir savaşa girdiğimiz ve toprak kazanma veya kaybetme riskimizin olduğu savaş I. Dünya Savaşı’dır. Bu savaşsa 1914-1918 yılları arasında olmuştur. Hikâye içerisinde anlatıcı, bir yolcudan savaşın bittiği haberini alır. Yine, istasyonda kimsenin kalmaması, istasyon şefinin bile sonlarda ortadan kaybolması, buraların başkalarının denetimine geçtiğini bize düşündürür ki, bu da bizim tarih tahminimizi güçlendirir. Bu durumda hikâyenin en erken 1914’te başladığını ve en geç Kurtuluş Savaşı başlangıcı diyebileceğimiz 1919 civarında da sona erdiğini söyleyebiliriz.
Hikâyenin anlatma zamanı ile vaka zamanı uyuşmaz. Anlatıcı vakayı, vakaların bittiği anda yazar. Geri zamandan anlatma zamanına doğru, kronolojik zamana uygun şekilde ilerler olaylar. Yani tahmini ifadeyle belirlemiş olduğumuz 1914-1917 tarihleri arasını anlatıcı, 1914’ten başlayıp 1919’a ulaşarak ve anlatı metninin 1919’da kaleme aldığını sezdirerek sona erdirir. Hikâyenin vaka zamanı ile anlatma zamanı arasındaki fark dışında bir de anlatma zamanıyla “yazarın kurgulama zamanı” arasında da zamansal fark vardır. Metnin vaka zamanı 1914-1919, anlatma zamanı 1919, yazar tarafından kurgulanma zamanıysa 1976-1977’dir.
Hikâyenin iç zamanı hakkında fikir yürütmek pek olanaklı görünmemektedir çünkü hikâyede zaman ifadelerinden sadece “sabah, akşam, akşamüzeri, gece, sonbahar” ifadeleri kullanılmıştır. Bu sebeple hikâyenin iç zamanı olarak da yine 1914-1919 yılları arasında herhangi bir süre olabileceği tahmininde bulunabiliriz.
Hikâyede zaman kavramı pek önemsenmemiş, daha çok olaylar ve durumlar üzerinde durulmuştur.
C. Mekân
Hikâyede geniş mekânın
ismi doğrudan verilmemiştir. Bunun yerine belirsiz bir tanım getirilmiştir geniş mekâna: Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabası. Hikâyede geniş mekânın isminin verilmemesini anlatıcının olaylar ve durumlar üzerinde yoğunlaşmış, mekânı ve zamanı geri plana atmış olmasına bağlayabiliriz. Bunun dışında, olay örgüsünde de bahsettiğimiz gibi anlatıcı, hikâyenin bitimine doğru en iyi bildiği kelimeleri bile unutur, mekân algısını kaybedecek derecede unutkanlığa düşer. Hatta yazdığı bu hikâyeyi gönderebileceği herhangi bir adres bilmemesi, istasyondakileri kimi kişilerin isimlerini unutması da anlatıcının geniş mekânın ismini vermemesinin, bir iradi istekten ziyade mekân isimleri algısını kaybetmesine bağlanabilir. Anlatıcının anlatma zamanındaki kişisel özellikleriyle uyum göstermektedir denilebilir geniş mekânın isminin zikredilmemesi. Zaten hikâye boyunca hiçbir özel isim kullanılmamış olması da bu durumun en belirgin kanıtıdır: İstasyon şefi, genç Yahudi, genç kadın, istasyon, ayrancı, elmacı, sucuk ekmekçi, kunduracı… Hikâyenin bu özelliği, belki de en önemli kurgusal yapılarından birini bize gösterir: Anlatıcının kişisel özelliklerini göz ardı etmeden, ona göre anlatımlama yapma… Zaten mekân isminin veya kişi ismi doğrudan verilseydi, kurgusal bir hata meydana gelirdi. Atay, bu önemli noktayı göz ardı etmemiş, gözünden kaçırmamıştır.
Hikâyede işlevsel olan ana mekânlar şunlardır: Demiryolu istasyonu, hikâyecilerin kaldıkları kulübeler, trenler.
Demiryolu istasyonu, hikâyecilerin çeşitli sorunları yaşadıkları, hikâyelerini yazıya geçip kopya ettikleri, yaşam telaşlarını hissettikleri mekân olması yönüyle hikâyede işlevseldir.
Kulübeler, hikâyecilerin hikâyelerini yazdıkları, aşk macerası yaşadıkları ve bu yaşadıklarının hayatlarına etkiler yaptığı mekân olması itibariyle işlevseldir.
Hikâyenin belki de en önemli mekân unsuru trenlerdir. Hikâyecilerin yaşamlarına şekil veren, yaşamda sorunlar yaşamalarına sebep olan, geçimlerini sağlayan, sanatlarının eprimesine ve yalnızlığa boğulmalarına sebep olan, aşkı dürtükleyen; sevgiler, nefretler, üzüntüler ortaya çıkaran mekân olması itibariyle trenler, hikâyede belirleyici temel ana mekândır ve son derece işlevseldir.
D. Kişiler
Hikâye üç demiryolu hikâyecisi konu edinir; ama hikâyenin merkezinde genel olarak anlatıcı vardır. Üç hikâyeci de olumlu bir kişilikle önümüze sunulur. Olumsuz kişi olarak da en çok göze çarpan kişi, istasyon şefidir. Hikâyede istasyon şefi öylesine olumsuzlanır ki, hikâyecilerin birçok sorununun kaynağının bu kişi olduğu hissi uyanır bizde. Bu yönüyle bakıldığında istasyon şefi, hikâyeye ve kişilere en büyük etkiyi yapan kişidir, denilebilir. Hikâyenin temelinde üç hikâyeci olmasına rağmen büyük etkisi ve anlatıcı tarafından ayrıntılı olarak anlatıldığı için istasyon şefini de bu temele yerleştirmek gerekir.
Anlatıcı Hikâyeci: Fakir, yazdıklarını satarak geçinmeye çalışan, hayattan çeşitli şikâyetleri olan, maddi geçim zorluğundan dolayı sanatını yeterince icra edemediğine inanan biridir. Genelde diğer hikâyeciler gibi öğleden sonraları uyur, akşamüzeri uyanıp hikâye yazmaya başlar. İstasyondaki ilk hikâyeci olması dolayısıyla ayrıcalıklıdır. Eleştirildiğinde veya alaya maruz kaldığında hiddetlenir ve tepki verir. Bu yönüyle bakıldığında onun hiddetinin ortaya çıkmasında en etkili kişi istasyon şefidir. Anlatıcı, şefin kendilerini aşağılamasına, önemsememesine, tehdit etmesine, kendileriyle alay etmesine fena şekilde içerler ve hiddet duyar, tepkiler geliştirir. Hiddet duygusu beslemesine rağmen arkadaşlarına karşı sevgi besler ve onlara yardımcı olur: Yahudinin hastalandığı dönemde onun hikâyelerini yazar, aşağılandığı ezildiği durumda genç kadına destek olur. Kendini bir hikâye satıcısı, bir nevi esnaf hikâyeci olmaktan çok sanatkâr olarak görür; ama içten içe de esnaftan pek farklı davranmadığını bilir. Hikâyelerini güncel konulardan seçmeye gayret eder, taze hikâyeler yazar. Güncel haberleri gazetelerden ve tren yolcularından edinir. Zamanla yardımsever olmasından ve genç kadına âşık olmasından işleri çoğalır ve yavaş yavaş körelmeye başlar. Gazeteleri takip edememeye başlar zamanla; gazeteler çok pahalanmıştır ve geçimini sağlayamamaktadır. Fazla işleri dolayısıyla zamanla isimleri, kelimeleri unutup yanlış söylemeye başlar; sessizleşir, konuşmaz, işaretlerle söylemek istediklerini ifade etmeye başlar. Umutsuzluğa ve yalnızlığa düşer. Âşık olmasının verdiği hevesle aşk hikâyeleri yazmaya başlar. Zamanla arkadaşları ya ölür ya da gider ve içinde biriken hikâyelerle yalnızlaşır. En sonunda hikâyelerini okuyacak kimse kalmadığından istasyondaki yaşam öykülerini kaleme alır ve okurlara mektup olarak postalamaya karar verir; ama o kadar yalnızlaşmış ve güncellikten, hafızadan uzaklaşmıştır ki mektubu gönderecek bir adres bulamaz. Tek isteği hikâyelerinin okunmasıdır. Şöyle der hikayesinin sonunda: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”
Hikâyede anlatıcının bedensel özellikleriyle alakalı herhangi bir bilgi verilmemiştir. Sadece tepkileri ve yaşadıkları anlatılmıştır.
Genç Yahudi: Anlatıcı gibi Yahudi de fakir, geçimini sattığı hikâyelerle sağlayan biridir. Yaşam biçimi anlatıcıya benzer: öğleden sonra uyuyup akşamüzeri uyanarak hikâyesini yazmaya başlar, istasyondaki seslerden pek uyuyamaz, istasyon şefinin sözlerini sineye çekmek zorunda kalır. Yalnız o, kendisine pek güven duymaz. Zayıf ve hastalıklıdır. Anlatıcı, onda bir gizli hastalığın olduğuna inanır. Hikâye ilerledikçe daha da zayıflar, hastalığı kuvvetlenir. Sessizdir, kendisine yapılanlara itiraz etmez, hayatı olduğu gibi ele alır. Anlatıcı, istasyon şefine hiddetlenir; ama Yahudi o kadar sessiz ve güvensizdir ki ses etmez. Hikâyenin ortalarına doğru hastalığından ölür. Hikâyede pek etkin bir rol üstlenmemiştir genç Yahudi. Sadece hastalandığı dönemde anlatıcı onun hikâyelerini yazmak zorunda kalır ve körelmeye başlar.
Genç Kadın: Diğer iki hikâyeci gibi genç kadın da hikâyeleriyle geçinmeye çalışır. Yaşamı da diğer hikâyeciler gibidir, aynı mekânda yaşarlar ve zaten aynı mesleği yaparlar. Yaşam sıkıntıları bile birbirine benzer tüm hikâyecilerin. Sadece yaşamlarında karşılarına gelenler, onların kişiliklerine göre onlarda tepkiler, etkiler meydana getirir. Yaşadığı sıkıntılarda dolayı nasıl ki anlatıcı hiddetlenir, körelir; genç Yahudi sessizleşir; genç kadın da umutsuzluğa kapılır ve güvenebileceği bir alan arar. Yaşadıkları, genç kadına aşağılanmışlık duygusu bırakır. İtilir, kakılır yolcular tarafından. İstasyon şefi tarafından aşağılanır. Onun güvenebileceği bir alana ihtiyaç duyması, başını yaslayabileceği bir göğüs araması, anlatıcıyla aralarında aşk duygusunun ortaya çıkmasını sağlar. Genç kadının anlatıcıya kendini bırakması, onunla sevişmesi, başını yaslayıp ağlaması; bu, güven duygusu ihtiyacından ileri gelir. Ümitsiz ve yalnızdır. Hikâyelerine önem verir, onları ulu orta birilerine anlatmaz. Hatta satılmayan hikâyelerini satıcılara anlattığı için anlatıcıya kızar, anlatmaması gerektiğini söyler. Zamanla genç kadın, genç Yahudi gibi, hikâye yazmada zayıflar, daha az hikâye yazmaya başlar. Her ne kadar anlatıcı onun için güven duyulan, başının
omuzlarına yaslanılacağı birisiyse de istasyona gelen trenleri sayısının iyice azalmasıyla hikâyelerini satamamaya başlar, dolayısıyla geçimini sağlamada zorluklar çeker. Bu yaşam zorluğu onu iyice ümitsizliğe sürükler. Sonunda kimseye haber vermeden istasyonu terk eder.
İstasyon Şefi: Hikâyedeki hikâyecilerin kişilik özelliklerinin ortaya çıkmasında en büyük paya sahip olan kişidir istasyon şefi. İstasyondaki birçok işi tek başına görür: Makasçılık yapar, telgraflara bakar, biletleri satar, istasyon kapılarını açar kapar. Hikâyecilerin neredeyse işlerinin tümü istasyon şefinin elinin altındadır. Bu sebeple ona hikâyeciler ücretsiz olarak hikâyeler verir, aralarını hoş tutmaya çalışırlar. Hikâyeciler, onun daktilosunda hikâyelerini temize çekerler. Şefin en önemli özelliği kontrol etme ve düzen isteğidir. Bu sebeple hikâyecileri bir türlü rahat bırakmaz; onların yazdıkları hikâyeleri arşivler, hikâyelerine karışır, ilham kelimesiyle alay eder, yazdıklarına aldırış etmez, onları küçümser, tehdit eder. İstasyon şefi, hikâyede olumsuzlanan, yadırganan, hiddet beslenen bir kişi olarak çizilmiştir. Hikâyecilerin hem işlerinin çoğu ona bağlı olduğundan gönlünü hoş tutmaları gereken bir kişidir hem de sürekli onları aşağıladığı, onlara önem vermediği için hiddet beslenen biridir. Hikâyecilerin, bu, tepki vermek isteyip de ona mahkûm olmalarından kaynaklanan karşıt durumları, psikolojilerine etki eder ve onların; katışıksız, yalansız kişiliklerinin ortaya çıkmasını sağlar. Yazar, hikâyecilerin kişilik özelliklerinin ortaya çıkarmada istasyon şefini kullanmıştır.
Diğer Kişiler: Hikâyede üzerinde pek durulmayan, hikâyeye özel bir yön vermeyen kişilerdir. Bunlar istasyonda çalışan esnaflar, tren yolcuları ve tren memurlarıdır. Hikâyedeki esnaflar “ayrancı, elmacı, sucuk ekmekçi, kundura tamircisi ve bakkal”dır. Bakkal dışındaki tüm esnaflar istasyonda satış yaparlar. Esnaflar da hikâyeciler gibi ekmek parası peşindedir. Hepsi de kendi mallarını satmak için itişirler. Trenler gidip de ürünler gittiğinde kimi zaman satıcılar hikâyecilere ikramlarda bulunur. Esnaflar hikâyecilere kalan mallarından verirken hikâyeciler de kalan hikâyelerini okur onlara. Anlatıcı hikâyesini esnaflara anlatırken çoğu zaman esnaflar uyuklar durur. Sadece dinlemek için dinlerler, önemsemezler anlatılan hikâyeyi. Hatta sucuk ekmekçi kalan hikayelerden en son kopyaları alır, onlardan sigara kâğıdı yapar. Zaten hiçbiri okuma yazma bilmez. Bakkalsa istasyonun dışında, bağımsız olarak çalışan bir esnaftır. Anlatıcı yalnız kaldığında oradan borca ürünler alır.
Hikâyede geçen tren yolcuları, hikâyecilerin metinlerinin alıcılarıdır. Genellikle şöyle bir üstünkörü bakarlar, alır veya almazlar, pek umursamazlar. Hikâye alıcıları genelde yataklı vagon yolcularıdır çünkü bu yolcular zaten tren içinde yemeklerini yemiş olduklarından diğer satıcılardan bir şey almazlar, iş de hikâyecilere kalır. Bazı yolcular da hikâyecilerin ne tür zorluklar çekerek bu hikâyeleri yazdıklarını düşünmeden acımasızca eleştirir onları. Bu türden eleştirilere anlatıcı fena halde içerler genelde.
Vagon memuru da hikâyecilerin metinlerini satmaları için rüşvet alırlar. Tepki vermemesi için hikâyeciler bir kopya da ona verirler.
E. Bakış Açısı ve Anlatıcı
Hikâyeyi, olay ve durumları yaşayan üç hikâyeciden biri olan merkez kişi anlatır. Bunu yaparken de olaylara dışarıdan, üstten bir bakış açısıyla bakmaz, doğrudan kendini de anlatır, olaylara katar. Hikâye, sadece anlatıcının hikâyesi değil, üç demiryolu hikâyecisinin hikâyesi olduğu için kullanılan şahıs farklılıklar gösterir. Üç hikâyeci içerisinde anlatıcı da olduğu için hikâyenin ilk kısımlarında -yahudi ölmeden, genç kadın gitmeden- “biz” şahıs ekiyle çekimlenir yüklemler:
“Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabasında, bir demiryolu istasyonunda çalışan üç hikâyeciydik. İstasyon binasına bitişik üç kulübemiz vardı. Seyyar hikâye satıcılığı yapıyorduk.”(s. 185)
Hikâyenin ilerleyen sayfalarında anlatıcı “biz” dilinden sıyrılıp “ben” diline geçer. Bunu yapmasının da geçerli bir sebebi vardır: Üç hikâyeci artık yoktur, sadece bir hikayeci vardır, o da anlatıcının ta kendisi:
“Bu, son yazdığım hikâyelerden biri. Bunun gibi daha birçok hikâye birikti. Bazı geceler, eski alışkanlığımla, geceyarısı uyanıyor ve bu yeni hikâyelerimi sepetime özenle yerleştiriyorum, demiryoluna çıkıyorum.”
Olay ve durumlar anlatılırken anlatıcı olanları olduğu gibi anlatmıştır. İçine yorumlarını pek az katmıştır.
Dipnotlar
[1] Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları, 20. Baskı, İstanbul 2004, s: 185-196.
[2] Eserde yazarın toplam sekiz hikâyesi mevcuttur. Eserde yer alan hikâyeler sırasıyla şöyledir: Beyaz Montlu Adam, Unutulan, Korkuyu Beklerken, Bir Mektup, Ne Evet ne Hayır, Tahta At, Babama Mektup, Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya. [Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları, 20. Baskı, İstanbul 2004.]
MURAT KURUŞ tarafından “Makale Yarışması” için yazılmıştır…
Çok güzel bir yazı olmuş özellikle kişilerin ve zamanın incelendiği kısım oldukça aydınlatıcıydı. Çok teşekkürler
Ben hikâyenin zamanını 2. Dünya Savaşı yoları olarak düşündüm; çünkü hikâyede "karartmalar uygulanıyordu…" ifadesi yer alıyor. Karartmaların uygulanması ise bize 1. Dünya Savaşı’ndan değil de 2.Dünya Savaşı’ndan tanıdık. Hatırlarsanız Rıfat Ilgaz’ın da "Karartma Geceleri" isimli bir eseri vardır.
Tabi ki bu sadece bir tahmin. Ama sizin zaman hakındaki tahmininizi pek tatmin edici bulmadığımı da söylemek isterim.
Çalışmanızdan ötürü tebrik ederim. Güzel bir yazı olmuş.