İlahiyatçıların bile bir noktada buluşamadıkları geniş bir konudur, Müslümanlık. İlahiyatçılar bugün değil, ilk günden beri neden ortak bir noktaya ulaşamamaktadırlar? Belki de dinler sadece ilahiyatçılara inmediği içindir. Ya da her bir ferde ayrı ayrı nimetler bahşedeceği için, anlayışlarında ayrı ayrı olması doğaldır. Bana bu düşünce çok güzel göründü. Ne güzel değil mi? Samimiyetle, iyi niyetle, başkalarını çekiştirmeden çeşit çeşit düşüncelere erişmek. Gelişen düşüncelerden oluşan çiçek bahçelerinde özgürce dolaşıp hoş kokular salan bu güzellikleri temaşa etmek.
Ama birde farklı düşüncelerin oluşturduğu çeşitliliğin, değişik alanlarda gelişen farklılıklara sebebiyet vermesi vardır. Farklılıklardan kastımız toplumun o bölümü içindeki tartışmalara sebebiyet veren değişik görüşlerdir. Daha çok fikri, düşünsel meseleler üzerinde farklılıklar oluşmuştur. Dolayısıyla ibadet şekli üzerinde bu tarz farklılıklar fazlaca olmamıştır.
Son cümle okurlarınca şüpheli bulunacak gibi dursa da, geniş toplumlarda ortak benimsenmiş ibadet biçimleri kabul görmüştür. Buna rağmen kırk kişilik camide cemaatle namaz kılanlar, aynı sayıda tespih çekip, aynı anda âmin dedikten sonra, daha caminin avlusunda bazen tartışmalara kadar varabilen ama ekseri keyifli sohbetlere dalmaktadırlar. Sohbetlerde çeşitlilikler olmasaydı, farz olmayan bu davranış tarzı sıkar ve devam edilemezdi, her gün aynı şeyleri konuşmak belli ki bıktırırdı.
Fikri meseleler üzerindeki farklılıklar aslında cümlelerin, olayların değişik algılanmasından kaynaklana gelmiştir. Detaylara inebilme fırsatı yakalayabildiğimiz zamanlarda, ayrı noktalarda bulunan başlangıç farklılıklarının, ortak bir yol kavşağında buluşarak aynı hedefe doğru yol aldıklarını görebilirdik.
Gaye Allahtır. Gayesi Allah olan bir düşüncede ise bütün kavga ve tartışmalar son bulacaktır. Çünkü O’nun huzurunda kavga boyutundaki tartışmalar saygısızlık olur. Ama birisi çıkıp da farklı gaye için ortamı bozmaya çalışırsa o başka bir durumdur. Gayesi Allah olanlar ise tartışma ortamına gerek kalmadığını daha iyi idrak ettiklerinde, gayesi gayrı olanlarda o meydanı bulamamış olacaktırlar.
Gayesi Allah olan tartışmacılar, görüntüde farklı fikri meseleler üzerindedirler. Uygulamaya baktığınızda ise genellikle aynı fikri takip eden uygulamalarla yaşadıklarını görebilirsiniz. Örneğin;
“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözü ile “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözlerini birbirlerine karşı savunan iki ilahiyatçıyı ele alalım. Herhangi iki sohbet arkadaşını da inceleyebilirdik ama şu anda bize ilimle ilgilenmiş örnekler daha açık veriler sağlayabilecektir.
Her iki ilahiyatçı da ilimden bize kıyasla çok şey öğrenmişlerdir. Nihai hedeflerine yani gayeye gitmek için ilimi kendilerine mürşit edinmişlerdir. Bu durumda neden en hakiki mürşidin ilim olduğunu ret eder? Aslında ret etmez zaten yaşıyor. Kavram ve fikir farklılığını o şekilde yansıtmıştır.
Diğer tartışmacı ise ilim dışındaki şeyh, mürşit, kılavuz, öğretmen, profesör, hoca, âlim gibi kimseleri en hakiki mürşide ulaşmak için kendine yol gösterici yani ilk mürşit olarak seçmiştir. Çünkü eğer yol göstericisi olmadan matematik, fıkıh veya öğrenmeye kalktığımız her ne olursa olsun, sayısız engellerle karşılaşırız. Problem kaynakları ise vesveseye açık olacağından şeytana daha da kötüsü nefse davetiye çıkaracaktır.
Kendi kendine astronot olana rastlanmamıştır. Ya da yüzme eğitimi almadan, boğazı yüzerek geçenler olmamıştır. Hatta boğazı geçenler gemiden inmeyi bile tercih etmezler.
“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözü üzerinde biz de biraz duralım. Ama bunun için bazı başka konuları da irdelemek durumundayız.
Konu, bu kelamın kibar kelam olup olmadığıdır. Asıl olan budur. Bizim olduğumuz yerden bakıldığında Kübra’ ya ait, kökeni Kübra olan bir cümlemidir? Nedir Kübra ve ona ait olan kibar kelam? Kübra en büyüğümüzün adıdır. Kibar kelamda kaynağını ondan almıştır. Bu durumda kibar kelamda Allah’a ait kokular vardır. Yani Allah’ın güzellikleri onu süslemiştir. Letafet, zarafet, incelik, hassasiyet, kalıcılık, kudret, öğreticilik, aydınlatma ve nice kâmil sıfatlar ihtiva eder. Kibar kelamların içildiği kuyular ise Yüce Allah’ın kendine mesken edindiği kalplerdir. “Benim Salih kulumun dili benim dilimdir” hadisi kutsisi akabinde Salih kulun dilinden dökülüveren Allah kaynaklı kelamlardır. Kibar kelamların en kati delile sahip olanları ve ilahi muhafaza altına alınacağı garantisi verilenleri ise Kuran-ı Kerim ayetleridir.
Araştırmacısı olduğumuz cümlenin, bizim için en önemli yanı, bulunduğu taraftır. Yani Allah’tan taraf mı? Yani kibar kelam mı?
Orijinalinde Arapça kazanılmış bir kibar kelamı, başka bir dile aktardığınızda anlam kaybı olacağı sır değildir. Ama o sözün sarf edildiği bütün şartlar artık bir sırdır. O söz hak derinliğine ulaşabilmiş, ledünni ilmi ile beslenen bir salihin, uygun zaman ve yerde, belki de çevredeki bütün olay ve nesnelerin desteğinde bir cümlecik halinde sunulmuştur. Bütün o destekler o cümlenin içinde paketlenmiş mesajları izleyicilerinin, dinleyicilerinin gözleri önüne serivermektedir. Özenle seçilmiş kelimeler ve onların yüksek şuur altındaki sıralanış tarzı, cümleye ayrı ayrı anlamlar kazandırmaktadır. Aynı anda o dili zenginleştirerek tekâmül etmesini sağlamaktadır. Bu arada şu düşünceye de ulaşabiliriz. Kuran-ı Kerim, dil mükemmel olduğu için Arapça inmemiştir. Ama Arapçanın gelişimi hangi seviyede olursa olsun, bahşettiği sanatsal ağırlıkla Kuran-ı Kerim dilin seviyesini yükseltmiştir.
Bahsi geçen faraza kibar kelamımız, başka zaman ve mekânda aynı dilde bile sarf edilse, artık mesajların çoğu şifreler içinde kalarak mantıkut tayr[i] (kuşdili) halini alacaktır. Çünkü uygun anahtarlar kendi ortamında kalmıştır. Bu cümleyi başka bir dile aktardığınızda ise artık manalarına yaklaşmak kati güç olacaktır. Bundan sonra ancak “göz odur ki dağın ardını göre” cümlesine gizlenmiş bir Salih’in ötelerin ötesindeki Allah vergisi feraseti ile anlaşılabilir hale gelecektir.
En basit Türkçe cümlelerinden “Okula gittin mi? Ve “Okula mı gittin?” soruları ne kadar farklı manalar taşıyorlar. Birinci cümlede gidilecek yer bellidir, okuldur. Gidilip gidilmediği bilinememektedir. İkinci cümlede ise bir yere gidildiği bellidir, ama nereye gidildiği muallâktır. Oysa bu cümleyi İngilizceye çevirecek bir tercüman, her ikisini de “Did you go to school?” Şeklinde çevirecekti. Bize düşen ise artık kâğıt üzerindeki vurguları aramak olacaktı. Çünkü “Have you gone to school?” gibi değişik tercüme gayretleri zamanla, durumla, hal ile oynayacaktır.
Artık yeni bir dilde tek cümle olarak yerini alan, Türkçede ki iki ayrı anlam taşıyan cümlelerimizin birbirinden ayırt edilmeleri vurguya kalmıştır. Sizin “school” veya “go” kelimelerinden hangisi üzerinde vurgu yaptığınıza kalmıştır. Bir de o dili kullanan insanların bütün kültürünü çok iyi bilmemiz gerekmektedir. Kâğıt üzerinde gizlenen vurguyu bir şekilde anlasak bile, kafasını sağa, sola sallayan bir bireyin, bu hareketi ile aslında evet dediğini düşünebiliyor musunuz? Her ne kadar verdiğimiz örnekte hata olması ihtimali varsa da maksada ulaştığımızı düşünüyorum. Konusu dil olan bir bilim adamı daha doyurucu örnekleri verecektir.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde, düşünülen toprak reformu gerçekleştirilememiştir. Bir patron, toprak sahibi ve onun emrinde çalışan işçiler mevcuttur. Maraba diye adlandırılan işçiler, toprak ağalarının emrinde, çok zor şartlar altında çalışmaktadır. Ya da şartların zorluğundan da öte hiçbir zaman sınıf atlama fırsatı olmadan, ekseri karın tokluğuna çalışmaktadırlar. Toprak sahiplerinin sıfatları, Türkçemize ağa ya da lider anlamını taşıyan şeyh olarak yerleşmiştir. Toprak sahiplerinin hepsi bu durumu asla hak etmeseler de, ekseriyet yüzünden zorbalık yapıyor olarak algılandıkları açıktır. Yani taşıdıkları sıfatlar ya da onlara yakıştırılan sıfatlar diğerleri üzerinde iticidir.
Yine petrol zenginlerine veya diğer Arap liderlerine de şeyh dendiğini biliyoruz. Oysa “şeyh” kelimesinin kılavuz, lider, yol gösterici gibi anlamları düşünülecek olursa, petrol şeyhi olsa olsa arama ve sondaj yaparak petrolü bulan ve dışarı çıkartarak hizmete sunanlar olmalıydı. Yani burada da insanların geneline itici gelen, zihinlerde ekseri çalışmadan, çalıştırarak, hizmet sömürerek çarkını döndürenlere yakıştırılmış talihsiz bir sıfat olarak yerini almıştır.
Yukarıda saydığımız ve sayamadığımız nedenlerden dolayı “şeyh” kelimesi ele alındığında, günümüz Türkçesinde de maalesef talihsiz bir kelime durumuna düşmektedir. Bu kelime direk olarak ön yargıya maruz kalacaktır. İlk etapta insan zihninde o anlamı taşısın veya taşımasın, çeşitli çağrışımlara da neden olacaktır. İnsanlarda arzuları doğrultusunda, kelimeyi âlâ ya da edna yerlerde kullanacaklardır.
Bize itici hale getirilen talihsiz “Şeyh” kelimesi yerine “Kılavuz” kelimesini, takıntısız bir şekilde daha açık sonuçlara ulaşabilmek için kullanalım. Bu durumda üzerinde durduğumuz cümle “Kılavuzu olmayanın, kılavuzu şeytandır” şekline dönecektir. Yine talihsiz bir kelime olan “Şeytan”sa aynı talihsizliğiyle yerinde kalsın. Ama isterseniz “Şeytan” yerine de “Karga” ya da “Kuzgun” da kullanabilirsiniz.
Oysa bizim atalarımızda, konumuz olan “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” veya “Kılavuzu olmayanın kılavuzu şeytandır” cümlesinin bir benzerini, güzel Türkçemizi kullanarak ve aynı hak kaynaktan alıp, bize teslim etmişlerdir.
“Kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz” bu cümlede de durum açıktır. Bir kılavuza ihtiyaç vardır. Eğer kılavuzunuzu, hedefiniz olan konunun hakiki üstatlarından seçmezseniz, bir karga size musallat olacaktır. Hatta çok dirençli davranırsak, bu karga bazen kendi bilgisizliğimiz bile olabilir. Yani “Kılavuzu olmayanın kılavuzu kargadır” ya da “Şeyhi olmayanın şeyhi kargadır”.
Düzgün bir kılavuzla, liderle, şeyhle devleti, huzuru, mutluluğu baş edemeyen, kuzguna leş ikram etmiştir. Tabi kuzgunla teşbih olan nefsini de pislikten kurtaramayacağı açıktır. Nefs ise insana şeytandan daha azgın bir düşmandır. Tabi bu arada “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” denildiğinde, gelebilecek “devleti başa nasıl getireceğiz?” sorusunun da “Düzgün bir kılavuzla devlete ulaşırız” diyerek, mutluluğa, amaca nasıl ulaşabileceğimizin cevabını vermiş oluyoruz.
Matematik bilmeyen bir sahtekârın yol göstericiliği hüsranla sonuçlanacağı gibi, bizim hiç kılavuzsuz şahsi gayretlerimiz de eğer kısmetimiz varsa sonuçsuz kalacaktır. Yoksa oda hüsranla neticelenecektir. Hatta çoğu zaman komik bir duruma bile düşebiliriz. En yüksek dahiler dahi bir eğitimden geçmişlerdir. Tabi öğreticilerinin ışığında…
Kendi kendine matematik öğrenmek isteyen yüksek bir zekâ, bir öğretici olmazsa, neredeyse tek bir rakamı dahi öğrenmesi imkânsızken, sıfırı öğrenebilmesi onun birkaç göbek soyunun yaşamına sığmayacaktır. Bilindiği gibi sıfır binlerce senenin ardındaki sıralı öğrenme ve öğretme işlevlerinin birikmesi sonucu bilinebilmiştir. Tabi bu arada, Eski Mısırda Tod, Yunanlarda Hermes denilen ve kökeni İdristen gelen, bilimin aslının kaynağı addedilen Hermes Allah’tan direk almadıysa. Bunu merak edenler için yapılabilecek çalışmalar, çok derin fakat güzel bir araştırma konusunun başlatılması olurdu!
Matematik bilgisinin bugün ki boyutuna gelebilmesi içinse ne kadar öğretici, öğrenici ve seneler gerektiğini tahayyül edelim. Her halde en az on binlerce, belki de yüz binlerce uzmanın elinden geçmiştir. Şimdi artık son bilgiyi kaynağından edinmiş, edindiği bilgiyi aktarmayı da çok iyi bilen bir matematik ustasının yol göstericiliğine ve onun vereceği anahtarlara ihtiyaç vardır. Tıpkı bir elini yukarıya, kaynağına kaldıran ve öbür elini de aşağıya, susayanlara indiren, Mevlana Muhammed Celaleddin Türkî ( bu topraklarda yaşayıp erdiği için Türkî ) hazretlerinin bu işi yaparken tavaf etmesi gibi.
Dikkat edilirse aslında ilahiyatçılar, bir ayeti kerime de, hadisi kutsi de, hadisi şerif de ya da içimizden çıkmış emirler ki hak derinliğinde yol alarak, insanlığa ışık tutan ve dünyanın sahiplenmeye çalıştığı hazretlerin kibar kelamlara dâhil edilen, sözlerinde hem fikirdirler. Ekseri sözler inkâr edilemezler. Ama zaman zaman kaynağı kesin olmayan bazı hadisi şeriflerin sahih olup olmadığı üzerinde çalışmalar yapıldığına rastlarız. Bu da genellikle başarı yani doğruya ulaşma ile sonuçlanır. Çünkü üzerinde tartışılan ve bilgi ihtiva eden cümle, hadisi şerif veya başka bir mübarek cümle olup olmadığı incelenerek sonunda başka kibar kelamlar vasıtası ile desteklenir veya terk edilir.
Öte yandan, yine dikkat edecek olursak, yüzyıllar içinde, geniş toplumlar arasında kolektif bir şekilde kabul görmüş fıkıh yani amel ve ibadet esasları belirlenmiştir. Yani özel maksat taşıyanların dışında, amel ibadet tarzının eleştirilmesi ve üzerinde tartışmalara sebebiyet verecek ayrılıklar yaşanmamıştır.
Aynı toplum içinde yaşayan herkes, aynı camide, aynı esaslar üzerine namazını kılmıştır. Ramazanda oruçlarını tutup, topluca bayramlarını kutlamışlardır. Toplumların yaşam tarzı, yaşanılan coğrafyanın toplum üzerindeki etkileri, kendi kültürlerinin konulara bakış açısına kattığı değişik kavramlar, mihenk taşları ve bu bakış açısından kaynaklanan renkli çeşitlilik, yaşam, amel ve ibadetini haz alarak yaşamak isteyen o topluma esneklik ve makul, müsaade edilebilir bir tolerans katmıştır.
Farklı coğrafya ve kültürde yaşayan Allah’ın güzel kulları, kendilerine bahşedilen toleranslı çizgilerde amel, ibadet ve yaşamlarını sürdürebilmişlerdir. Bizler, peygamberimiz haricinde ki hiç kimsenin, onun kaide ve kurallarını yani dillerde geçen şeriatını kıl kadar bir farklılıkla dahi olsa da onun kadar anlayamayacağını biliyoruz. Yani ona kıyasla eksiklik şerh edeceklerini biliyoruz. Bunu bilmemize rağmen de, cemaatte yani birlik ve beraberlik ruh’unda kaderi ilahiden başka her şeye gücü yeten bir kuvvet ve bu kuvvetten doğan güzellik olduğunu da bildiğimizden çoğunluk ve otorite olmaya hak kazanmış olanların kararlarına uyarız. Çünkü Allah, sadece Allah rızası için bir araya gelen cemaat ile beraberdir, onların yardımcısıdır.
Bütün yasalarda örneğin bir ülkenin kendi anayasasında var olan bir maddenin hatalı veya çeşitli nedenlerle artık yetersiz olduğunu anlasak da yerine daha doğrusu veya uygunu gelene kadar bize göre yanlış bile olsa saygı duyulması esastır. Nitekim herkesin kendince yanlış olduğunu düşündüğü bir maddeye itiraz etmesi sonunda üzerinde anlaşılabilen hiçbir madde kalmayacaktır. İşte bu ve benzeri sebeplerle dinimizde hüküm vermiş yetkili âlimlerin kararlarına da riayet ederiz.
Yetkili olmuş, otorite olmuş âlimlerin, ortak iradeyle onaylanmış kararlarına uymamayı düşünmek ve fetvacı bir tarzla aksini iddia eden görüşler doğrultusunda hareket etmek, toplumun düzenini bozacaktır. Bu da kargaşaya sebebiyet verdiği için doğrudan doğruya fitnedir. Bu düşünceler doğru olsalar bile, bu düşünceler doğrultusunda yapılan eylemler, eylemcilerini “Fitne çıkaran bizden değildir” hadisi şerifine muhatap bırakabilir.
Atalarımız tarafından belki mübalağa sanatı kullanılarak, hak derinliğinden açığa çıkarılıp “Körün yanında gözünü yum, topalın yanın da sekerek yürü” şeklinde bize sunulan atasözüyle adeta, neredeyse yukarıda ki paragrafta geçen hadisi şerifin tercümesi yapılmıştır. Malum bu atasözümüz de diğerleri gibi meal veya tefsir değil, bizzat hakkı anlayan büyük babalarımız tarafından bize hediye edilmiş, hak derinliğinden gelen bir gerçektir. Atalarımız da bu söz ile aynen peygamberimizin “Bizden değildir” emri şerefindeki gibi körün yanında gözünü yumarak, kargaşa çıkarılmamasından yana olduklarını, yani taraf olduklarını, fitne çıkarmayan tarafta olduklarını beyan etmişlerdir.
Fakat mevcut kurallarda uyum sıkıntısı top yekûn baş göstermeye başlamışsa, bu durumda hareketsiz kalmak da ortalığın kör ve topallarla dolmasına sebep olacaktır.
Eğer farklı mekân ve durumda yaşayan insanlar, farklı mezheplerin öngördüğü farklı konumlarla ibadet etme ihtiyacı hissetmişlerse, görece çok farklı bir zamanı yaşama gayreti gösteren bugünün insanları daha değişik çizgilerde Allah’a ibadet edebilme ihtiyacına sahip olabilirler mi? Kesinlikle. Buradan yüklenilecek görev, mezhepleri kaldırmak değil, dört şahın hükmünde oluşan ihtiyaç farklılıklarına göre katkı sağlamaktır. Salih baba’nın dizelerinde geçen dört şahtan murat ise: Kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukuhadır.
…
Bilinmez âlemin sırrı nihandır
Dört şahın hükmüyle dönen cihandır.
…
Salih baba
Bu noktadan baktığımızda, yıllarca amel ve ibadet hususlarında yıpratıcı ayrılıklara düşmeden yaşayan insanların, artık fıkıh konularında da ayrıcalıklara düşebileceklerini, düşmekte olduklarını müşahede etmekteyiz. Ya da farklılıklara düşülmese bile, zamandan yani devirden kaynaklanan sebeplerden dolayı bilinenler bazı sorunlara yetersiz kalmaktadır. Bu sebeple, üzerinde, meşru hükümetlerin yetkilendirmesi ile yük taşıyan ilahiyatçıların, otorite olmuş diğer âlimlerle de bir araya gelerek, mesai geçirmenin dışında, mesaiden helal nafaka elde etme isteği dışında çalışmaları zarureti doğmaktadır.
Ayrıcalıklara son verebilmek amacıyla yapılacak çalışmalarda ki gerçek ve tek amaç Allah rızası için günümüze işaret edilen doğruların tespit edilmesi olursa “Allah’ım, ümmetimi yanlışta birleştirme” duası gereği, saflıklarını ve temizliklerini ölçü alan Allah toplantılarında hazır bulunacaktır. “Kim, Allah rızası dışında bir şey gözetmeden bir araya gelirse onların cemaatinde ki ilave benim” diyen Hz. Allah yol göstericiliği yapacaktır.
Rabbimiz “siz bildiklerinizi uygulayın, bilmediklerinizi ben öğretirim” (Hadisi kutsi) buyurarak bizleri cesaretlendirmektedir. Bu emrin gerçekliğini de, Hiçbir eğitim almamış Karenli Veysel, Eskişehirli Yunus gibi örneklerden görebilmekteyiz. Yine bu kitapta, geçmişte saklanmayı başarmış, Erzincanlı Salih babayı da “sanata övgü sanatçıyadır” cümlesinden hareketle, onun ilahilerine yer vererek, bir nebze tanıma fırsatı bulmaktayız. Aslında onun şiirlerine yer vermek yerine sanatından yardım talep ederek demek daha doğru olur sanırım. Hiç bir eğitim almadıkları ve herhangi bir diplomaları olmadığı halde sırlara ermişler ve hazmedebileceğimiz kadarını da bizlere ifşa etmişlerdir. Bunun yanın da ilimleri içerek diplomaları ile topluma yol gösterici olmuş olan âlimlerimiz ise, aynı saflık ve Allah aşkı ile görevlerini ifa ettiklerinde tabii ki çift kanatlı ya da eskilerin ağırlık kattıkları deyimle zülcaneyehn olacaklardır.
Geldikleri dönemlerde, Müslümanlara aşkı ve sevgiyi delil getiren Mevlana ve Yunuslar, şöhrete düşmek zorunda kalmışlar ancak ifşa oldukları kadar topluluklara kalplerde de ortak ve orta yolda buluşabilmeyi hakkal yakin öğretmişlerdir. Bu yol gösterici büyüklerin, ümmetleri elinden tutarak onlara, kendilerinin daha önce geçtikleri ve Allah’a ait olan sıratı müstakimi tarif ettiklerini anlayabiliyoruz.
Bizden önceki ümmetlere de doğru yolu tavsiye edenler, kendinden önce veya aynı anda başka bir yere gelen peygamberlerin şeriatını yayan peygamberler olduğu gibi, peygamber olmayan evliyaları ve dostları da hizmet etmişlerdir, Kehf (Mağara) suresinde anlatılan ashabı kehf gibi.
Ashabı kehf peygamber olmadıkları halde, imanlarıyla Yüce Allah’ın kelamında yer alabilmiş nadirin nadiri bahtiyarlardan, kendilerine nimet verilenlerdendir. Malum kehf suresinde ki ayeti kerimelerde anlatılan ashabı kehf’i bırakmayan bir köpek olan Kıtmir bile, sadakati dolayısıyla Yüce kitabımız Kuran-ı Kerimde defalarca, dost tarafta anılmıştır. Bu anılma ayını zamanda, Ashabı kehf’in sayılarına ilave edilip, onlardan sayılarak pekiştirilmiştir.[ii] Hatta konunun âlimleri, Kıtmirin cennete girecek on adet hayvandan biri olduğunu söylemektedirler.
Peygamber’imizden önceki peygamberlerin velilerini takip eden bir köpek bile cennete alınacağına göre, en büyük peygamberin evliyalarını takip edip, örnek alanlar, neden cehenneme girsinler? Neden kurtulmasınlar? Değil mi?
Bizden önceki ümmetlere de doğru yolu tavsiye edenler, kendinden önce veya aynı anda başka bir yere gelen peygamberlerin şeriatını yayan peygamberler ve peygamber olmayan fakat nimet verilenler olmuştur, demiştik. Son ümmet olan ahir zaman ümmeti ise aynı zamanda başka peygamberde gelmeyeceği bize haber verildiğine göre, bu peygamberler yerine peygamberimizin varisi olabilecek duruma gelebilmiş kendilerine nimet verilmiş âlimler görev yapacaklardır. Yapmaktadırlar, yapmasalardı bize bir şeyler vererek yetiştirenler olmamış olurdu.
Aldığımız eğitimin kalitesi, eğer bizlerin talebi olumlu yönde ise bu görev kendisine yüklenen veya kendiliğinden yüklenenlerle ilgilidir. Talebimiz zayıfsa, elbette tek hata bizdedir. Bizleri yetiştirme işini icra edenler, eğer kendilerine nimet verilenler ise aldıkları nimetin kaynağı Allah olduğuna göre, bizde de talep olduğu müddetçe başarısızlık söz konusu olamayacaktır.
Allah’ın gönderdiği peygamberlerinin şeriatını yaymak üzere, nimet vererek gönderdiği diğer peygamberlerinin veya peygamber olmayan, özenle kayırdığı kılavuzlarının görevini, bizim zamanımızda sadece peygamber olmayanlar yapacaktır. Peygamber olmayan bu tebliğcilerin ise talep edene, ihtiyacını verebilmesi için, sırat-ı müstakimi, ezberin çok üstündeki yüksek bir şuurla bilen nimet sahipleri olması gerekmektedir. Diğerleri ise naklediciden öteye gidemeyeceği açıktır.
Birbirimize, ilahiyatçı bile olsak ezberlenmiş, satır satır okunan satır ilmi dışında bir şey verebilmemiz mümkün müdür? Oysa Musa aleyhisselamın bile özenerek “doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?” dediği, Kehf suresinin işaret ettiği “Kullarımdan bir kul” ifade ve iftiharıyla mimlediği, içinden numune aldığı o kitlede ki kullar gibi ledünni ilmine[iii] ulaşmak gereklidir. Yani sadr ilmine, göğüslerde kaynayarak, dipsiz kuyulardan gelen ilime, ulaşmak gerekmektedir. Burada ki “doğruya iletici” deyimi ise başlı başına önem arz etmektedir. Bahsedilen bilginin, taklidi veya ilmel yakin olmaktan, ezbere öğrenilmekten öte, götürücülüğü var gibi görünmektedir.
Öğrenilen ilimlerin ilmel yakin değil de, hakkel yakin oluşu ise irademizle kendimize huy edinemediğimiz güzel bilgilerin, aklımızda unuttuğumuz veya hiç tutamadığımız bilgiler bile olsalar bir gün huyumuz oluverdiğini hayretle fark edivermektir. “Can çıkarda huy çıkmaz” cümlesi bize hediyedir ama ne maksatla ise ekseri yukarıda geçen kısmı yani yarısı bilinmektedir. Belki de ilimleri sadece ezberleyip, hakiki götürücülüğe sahip ilimlere ulaşamadığımız içindir. Hakikate götürebilen ilimlere ulaşabilseydik, cümlenin tamamı olan şu halini de görebilirdik;
“Can çıkmadan huy çıkmaz ama güzele tebdil olur”
Yani başlangıç da çok geveze olup etrafı bunaltan birisinin, anasırı zıddiye (Tabiatının verdiği sertlikler) tebdil olduktan sonra, başka bir deyişle taklitten tahkike, hakikate geçtikten sonra, artık dinleyicilere gül budağına tutunan bülbül hissi vermesi gibi. Kaba saba bir hayvan derisinin, debbağın işlemesi sonucu yumuşacık harika bir post minder olması gibi…
Kehf suresinde geçen ve Yüce Allah’ımızın kullarımızdan bir kul dediği ve bizimde dilimize Hızır olarak giren kulunsa ledünni ilimi ile donatılmış nasıl bir öğretici olduğu açıktır. Ledünni ilimi sahibi olabilmenin yolu, Salih babanın dilinden şu haliyle dökülmektedir.
…
Söz ile bir kalbe doğmaz ledünnî
Bütün azaları dil olmayınca
Nefs-i emmârenin bilinmez fendi
Gönül şehri bahr-ı Nîl olmayınca
…
Salih baba
Ledünni ilmine hâkim olduğunu şiirlerini okudukça vakıf olduğumuz Salih baba, ledünni ilmine hâkim olabilmek için, bir an bile Allah’ı unutmadan, dili ile değil en gizli azaları, kalbi, ruhu, sırrı, ahva ve hafisiyle, kalp gözüyle, kalp diliyle Allah’ı zikretmek gerektiğini bize açmaktadır. Bunun yolununsa nefsi emmareyi alaşağı ederek, Allah’a imanın esası olan her şeyi, her kederi ondan bilmenin verdiği bir kudretle, kalbe gelen üzüntü, keder, elem, acı ve bütün hissiyatı atmak ve sadece Allah’la olmak olduğunu anlatmaktadır.
Konunun başında bahsettiğimiz fikir bazında ki ayrılıklardansa bu yol gösterici, kendilerine ilim verilenler, kendilerine nimet verilenler sayesinde eser kalmadığını hep duymuşuzdur. Hz. Ebu Bekir hususunda neredeyse kavgayla sonuçlanacak bir ortama denk gelen adsız kahramanın; Sizin bildiğiniz Ebu Bekir’i kendilerine anlatsalardı, onlarda severdi. Onların bildiği Ebu Bekir’ i size anlatsalardı sizde hoşlanmazdınız diyerek sükûneti bulması güzel bir örnektir.
Daha önce bahsettiğimiz bir düşüncenin tekrar üzerinde duralım mı? İnsan’ın kalbi Allah’ın karargâhıdır. “Arşa kürse sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” diyen Yüce Rabbimiz bize her zaman her şeyi tek cümle ile anlatmıştır. Yüce Allah’ın veya Habibi’nin tek bir cümlesini bütün derinlikleriyle anlayabilseydik, bütün gerçekleri anlayabilirdik. Ancak bizler kısmetimiz nispetinde, en yüzeysel manasından başlayarak, derinleşen manalarını kavrayabilmekteyiz. Diğer bir Allah, resulullah ve evliyaullah kelamı ise üzerinde taşıdığı en yüzeysel manası ile bizlere bir öncekinin altında saklanmış derin manalara delil oluşturmaktadır. Biliyoruz ki bütün bir ilim tek noktadan çıkmıştır. Bunu hakkal yakin yaşayanlardan olan Salih baba da, konuyu şiirlerinde zaman, zaman zikretmektedir.
…
Cihan bir nokta da pinhân değil mi?
Anı fehm eyleyen, irfan değil mi?
Kamu esma ile tezyîn olunmuş,
Acâib san’at-ı Yezdan değil mi?
Kamuya zübde olmuştur Muhammed,
Hakîkat gevheri ol cân değil mi?
Vücûdu cümle mevcudatı cami’,
Dahi ilmiyle bî-pâyân değil mi?
…
Salih baba
Pinhan = Gizli
Tezyîn = Süslenmiş
Zübde = Öz, en seçkin
Mevcudat = Yaratılmışların hepsi
Bî-pâyân = Sonsuz
(Kâinat bir noktanın içinde gizlidir, bunu Arif olanlar idrak ederler.
Bütün varlıklar onunla kaimdir, onun tecellisidir. Bu yaratanın muhteşem sanatıdır.
Peygamberimizi bir cevherden yaratmıştır, en kıymetlidir ve sonra kalandan kamu (her ne varsa) var edilmiştir.
Var olan her şey birdir, tek vücuttur ve o vücut Allah’a aittir ki O sonsuz bir ilim sahibidir.)[1]
İnsanın kalbinin, yüce Allah’ın karargâhı, ikametgâhı olduğunu zikretmiştik. Bu durumda kalplerde her şeyin doğrusu vardır. Ancak Allah bize Ali-i İmran Suresi yedinci ayeti kerimesinde “kalplerinde eğrilik olanlar, müteşabih ayetlerimizin manasını eğer bükerler” diye buyurmaktadır. Acaba bu kalplerdeki eğrilik nereden gelmektedir? Allah, Kalbinde eğrilik olanların da kalbine sığmış mıdır? Yoksa daha derinlerde bulunan bir güzellik, kalp temizlendikçe yerine mi teşrif edecektir? Kalbini ayna yapamamış olanların, kalbî putlarla kirlenmesi sonucu mu eğrilikler, hastalıklar vardır? Kalbimize, put şeklinde otağını kuran, arzu ve istekler, aynanın üstünü karartmış toz, toprak ve pislikler midir?
“Çevrenizdeki olaylara şöyle bir baktığınızda, eşitsizlik yok mu? Eğer bir eşitsizlik varsa, bu adaletin de şüphe vardır, anlamına gelmez mi?” sorusunu yetişkin ve erişkin soran herkes, hikmetini merak ederek soran bilhassa gençlerimizi tenzih ederek, hariç tutarak, diyoruz ki, ilk defa kendi aklına gelmiş gibi büyük bir gurur ve onurla bu soruyu yönlendirir. Aslında kalbinde karargâh kılan şeytan, ona silah zoruyla bir tehdit getirmemektedir. Fakat bu soruyu soranın nefsine cazip geldiği için, gönlünde şüpheyi arzulayıp şüpheli şıkkı sahiplenmeyi tercih etmiştir.
Bu ve benzeri sorular sorulduğunda, kimden hangi cevabın alınacağı bilinmektedir. Sorduğu bu sorunun cevabı ise kalbinde çoktan seçmeli şeklinde değil, iki seçenek şeklinde bulunmaktadır. Beğendiği seçeneği tercih ederek, diğerini anlayamıyormuş gibi davranmaktadır. Burada dikkat edilen husus, tek cevaba yönlendirilen bir mantık silsilesi değil, kalbe nefisten veya ruhtan ya da şeytandan veya melekten, deccaldan veya mehdiden ya da istediğinizi söyleyin, firavundan veya Musa’dan gelen cevaplardan istediğini seçerek, tarafını beyan etmektedir. Sanki kendisine tek bir tebliğ ve tebellüğ mecburiyeti varmış gibi.
Oysa iman sahibi bir kişi de aynı şekilde iki seçeneği müşahede edecektir. Ama kendisini değil de, Allah’ın asla yanlış veya herhangi bir eksiklik yapmayacağını referans alacağı için Allah ile iddialaşmayacaktır. Allah’ı tasdik etmenin ötesinde, düşünce ve tefekkür ibadetine sevk eden bir imanla hareket ederse, ilime de kavuşacaktır.
Hz. Ali “Doğru tektir, doğruyu öğrenen bütün yanlışları öğrenmiştir” der. Doğruya ulaşmak için düşünmeye dalanlar ise eşitliğin her zaman adalet olmayacağını anlayacaklardır. Hz. Ömer’e “Ya Ömer herkese farklı ebatlarda kumaş verdin, biz seni adil bilirdik. Neden eşit dağıtmadın?” dendiğinde; “Eşit verirsem adaletsizlik olur” diye buyurduğu bize haber verilmektedir.
Ayrıca Yüce Allah’ın kullarına vereceği nimetlerini, ne zaman, ne şekilde dengeleyeceğini bilmek imkânsızdır. Tabi mülkün gerçek sahibinin, bize ne kadar bahşiş de bulunacağını belirlemek de bize düşmez, değil mi? Neyin nimet, neyin külfet olduğunu idrak etmekte aslında yine ayrı bir tercih meselesi gibi durmaktadır.
Basitçe izliyoruz ki, kalplere inmeye başladığımızda çeşitlilik başlamaktadır. Bu çeşitlilik başlangıçta Rabbine kulluk etmek isteyenler ve istemeyenler şeklinde iki seçenektir. Üzerinde durduğumuz konu gereğince, Rabbine kulluk etmek istemeyenler üzerinde yoğunlaşmamıza gerek yoktur. Onlar bizim zararsız dünyamızı engellemediği müddetçe.
Şıklardan birincisini tercih ettiğimizde karşımıza çıkacak çeşitliliğin de Allah’a giden yolun mahlûkatın nefesi adedince olmasındandır ki nihayeti yoktur. Üstelik bu ekseri rahmet ve güzelliktir. Ama bu çeşitlilik yine sonuçta, saf Allah istekleri ve nefsi istekler arasındaki bir yelpazedir.
Kulun bu yolda Allah’a ulaşması, yani Allah’ın istediği gibi kul olması, onun istediklerinin kalbinde arzu olması, istemediklerinin ona acı gelmesi, kısmeti nispetindedir. Fakat kısmetin peşinden koşmakta zaruridir. Amel ve ibadetlerde oluşan farklılıklar, bir düzen ve ahenge bağlanmıştır ve buna şeriat denilmiştir. Kişinin kalbinde yaşayacağı ve davranışlarına da kemalat ile yansıyacak olan fikri duygu ve düşünceleri ise tasavvuf ismi altında dillendirilmiştir.
Şeriatı, Allah’ın emir ve yasaklarını kendince uyguladığı halde, ince anlam ve manalarını kavrayamayıp da, insanlara yukarıdan bakanlar, sevgi ve hoşgörü deryasından yudumlamayanlar, önce ben anlayışı ile hareket edenler, ne derece Allah’a yaklaşabilmiş olurlar?
Alt kattaki komşusunu düşünmeden, balkonunu veya penceresini yıkadığı pis suları, komşusunun üzerine döken sözde namazcı, sabah saat 3,5 da televizyonunu son ses açarak kendince Kuran-ı Kerim takip edip komşunun güçlükle uyuttuğu hasta yavrusunu uyandıran bir Müslüman, ne kadar olgunlaşmıştır. Hele hele onu uzaktan görüp de faydalanmak için yanına gelen birisine “Ne kadar günahkarsınız, ne kadar az ibadet ediyorsunuz” diye fırça atıp yollayan abidler, ya da bir cuma günü içinden kopup da camiye koşmuş ve bilhassa uzak olduğu için tertemiz dinine, tertemiz hisler besleyen bir bireye, bir cumayla olmaz diye geri yollayan armut kafalar, ısırılınca, tadınca olmamış ahlat yani yaban armudu kokusu bırakmaktalar. O yeşil meyve görüntüsünün altından, sulu sulu kemale ermiş, olgunlaşmış bir meyve gibi olsalar ya! Tadanın damağında haz bıraksınlar.
…
Mukayyed anladım “lâ”yı çü bildim mutlak “illâ”yı
Bıraktım kuru davayı dem-i Yahya’ya düştüm ben
Yüzü nakş-ı hayâl imiş özü bir başka hâl imiş
Bilen ehl-i kemâl imiş söz-i hercâya düştüm ben
Bu halkın çoğu kâl ehli kimi olmuş vebal ehli
Katî azdır kemâl ehli yalan da’vâya düştüm ben
Arayıp derdime derman kıluben nâle-i hicran
Gezerken zâr u ser-gerdân mey-i sahbâya düştüm ben
…
Salih baba
Dem-i Yahya = Hz. Yahya aleyhis-selâm’ın zamanı
Hercâ = Birbirini tutmayan
Kâl ehli = Söz ehli
Nâle-i hicran = Ayrılık iniltisi
Zar u ser-gerdân = Başıboş ağlar gezer
Mey-i sahbâ = içki masası ( Allah aşkının sekr hali ile hallenmek )
Yine bir şiirinden kısa bir bölüm verdiğimiz Salih baba, “kimi olmuş vebal ehli” derken insanlara yük verip, onları horlayan bu ahlat takımından bahsetmektedir. “Katî azdır kemâl ehli”, sözüyle de sulu sulu olgun bir meyve olan kâmil insanın değerini vurgulamaktadır.
Bu bahsedilen duruma gelebilmek, Yunusun hoş görüsü, aldanmayalım idare ediverişi değil, hoş yani güzel, güzele ait bir güzel olarak görüşü ile mümkündür. Bu yaratılanı, Yaratanı düşündüğü için mükemmel görebilmek, değil midir? Yine bu hoş görünün kibarca durumu idare ediverip de geçiştirmek olmadığını, üzerine kurulan tasavvufi çalışmalar sonucu oluşan inşaatlar göstermektedir. Eğer bu durumda, Yunus baba’nın dediği gibi, şeriat yağ ve tasavvuf da bal ise, neden dost için, yağı bala katmayalım?
…
Mumsuz baldır şeriat, tortusuz yağdır hakıykat
Dost için balı yağa ne için katmayalar
Kıymetin duyar isen neye değer iş bu dem
Erenlerin manisin bilmeze satmayalar
…
Yunus Emre
Çocuk gibi saf bir kalp ama çok olgun adam gibi bir görüş sahibi olabilmek için, dinimizi şekli görüşlerin ötesinde kalp ile anlama yollarını arayalım. Bu noktadan görülebilmektedir ki şeriat bedeni terbiye etmekte, tasavvuf ise kalbi temizleyip ruhu eğitmektedir, bir olgunluğa ulaştırmaktadır. Bir tas ve çorba gibi…
Çorbanın temiz olması ama tasın kirli olması veya çorbanın pis olması fakat tasın temiz olması kabul edilemez. Bu nimeti yemek istiyorsak hem çorbayı hem de tası temiz tutmalıyız.
Önceki sayfalarda, fıkıh konularının dışında, anlayış ve izanlarda da farklılıklar olduğunu ve bu sebeple âlimlerin bile tartıştıklarını bahsetmiştik. Bu bir anlayış değil midir? Eğer elimizde kati ve ikna edici bir delil yoksa neden ısrarcı olalım? Bırakalım oda öyle düşünsün. Gaye Allah, huzuru bozmayalım yeter.
Ama eğer Allah kalbimizde ise ki amenna kalbimizdedir. Biz aradaki perdeleri açıp da bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu söyleyen Allah’a ulaştığımızda, düşündüklerimizde aynı nokta da buluşacaktır. Büyük bir deryaya karıştırılan damladan hiç eser kalmayışı, o damlanın tamamen deryaya karışarak kendinden özellikler kalmaması böyledir. Üstelik bizlerdeki damlalar ise kendi Ruh’undan üflediği ruh olması hasebiyle, zaten aynı olan deryadan gelmiştir.
Öyleyse farklılıklara iten de bu perdelerdeki çeşitliliktir. Bizim Allah’a yaklaşmamız, kısmetimiz oranında mümkün olacaktır. Tabi kısmeti kovalama mecburiyeti unutulmadan.
Hurûc et ebrudan mâhım görem bir kez dilârâyı 1
Nice bir çekmekteyim şahım yürekte ben bu yarayı
Yürek kanı şarâb oldu ciğer yandı kebâb oldu
Gönül şehri harâb oldu seni arayı arayı
Karârım kalmadı hergiz senin aşk-ı hayâlinden
“Visâl-ender-visâl” eyle alıp benden bu sevdayı
Senin vuslat firakından eğer bir sayha eylersem
Yıkar hep ber ile bahri eritir seng-i hârâyı 2
Götür yüzden hicabını kılıp âşıkların bayram
Görüp rûyunda hem mâhı yesinler menni selvayı 3
Dahi sen ibn-i Âdem’sin dem-i îsâ’ya hem-demsin 4
Cemî-i derde merhemsin bilirsin her muammayı
Ki sen ol nûr-ı Ahmed’sin doğup burc-ı saadetten
ihata eylemiş nurun bütün dünyâyı ukbâyı
Seni bilmek kat’î güçtür seni bulmak kat’î güçtür
Seni görmek kat’î güçtür sen açmayınca arayı
Bu hüsnün ariyet şahım senin bir özge hüsnün var
Esîr-i zülfüne bend et görek biz de o bedrâyı
Seni ben bilirim ey cân ne cevher ma’denindensin
Anâsır sâye-bânındır gezersin zîr ü bâlâyı 5
Hemân bir lahza sağ olmak bana sensiz haram olsun
Dilemem ser-te-ser versen kamu hep mülk-i Dârâ’yı 6
Reva mıdır eyâ mahbûb bu unsur hanesinde men 7
Senin müştakın olmuşken çekem bu denli belâyı
Bu denli arz-ı hâl etmek sana ben bî-edebdendir
Bilirken her bir ahvâlim ederim yine şekvayı
Zaîf abdem bu arada düşüp âh ile feryada
Gelip sen sâhib-irşâda dilerim çok atâyâyı
Muhammed Sâmî-i server var iken sen gibi rehber
Düşer mi sânına dilber aratmak bana Leylâyı
Ki gelmekten garaz bilmem nedir bu âlem-i kevne
Bize esbabını bildir bırakıp dâr-ı meVâyı
Muradın bizleri kurtarmak ise bend-i ejderden
Eşeddi yokdurur bundan çekem bu kahr-ı süflâyı
Recâsı budurur senden bu Salih abd-i miskinin
Eriştir vuslat-ı yâra sevindir bu bî-hemtâyı
Salih baba
1 = Çık buluttan ey ay, sevgilimi bir göreyim
Hurûc etmek = Çıkmak
Hergîz = Asla
Visal ender visal = Kemaliyle kavuşma
Vuslat = Birleşme.
Firak = Ayrılık.
Sayha = Bağırma, nara atma
2 = Yakar hep deniz ve karayı, eritir taş ve kayayı.
Seng-i hârâ = Pek sert taş, kaya
3 = Bakara; 57, Taha; 80, A’-râf; 160. (ayetlerine işaret-tir.)
4 = Sen Âdem’in oğlu ve Hz. İsa’nın nefesi gibisin.
Muamma = Çözülmesi zor işler.
İhata = Kuşatmak.
Ukbâ = Ahiret
Ariyet = Ödünç, iğreti.
5 = Toprak, su hava ve ateşdensin, yeri göğü gezersin.
Anasır = Unsurlar.
Sâyebân = Gölgelik.
Lahza: An.
6 = Daranın devletini baştanbaşa versen istemem
Serteser = Baştan başa
7 = Ey sevgili bu anasır evinde beni belâ içinde alıkoyman sana yakışır mı
Şekva = Şikayet
Zaif abd = Zayıf kul.
Sahib-irşâd = Irşâd sahibi, mürşid.
Atâ = Bağışlama, bahşiş, ihsan.
Alem-i kevn = Varlıkâlemi.
Esbâb = Sebepler.
Dâr-ı me’vâ = Sığınılacak yer, ev.
Bend-i ejder = Ejderha bağı, nefs-i emmare.
Süflâ = Sefil, aşağı.
Eşed = En şiddetli.
Abd-i miskin = Zavallı kul.
Bi-hemta = Günahı çok.
Sürekli bahsettiğimiz Salih babanın bir şiirinin tamamını görelim, dedim. Şu an üzerine yoğunlaştığımız beyit olarak da Salih baba;
“Seni bilmek kat’î güçtür seni bulmak kat’î güçtür
Seni görmek kat’î güçtür sen açmayınca arayı”
derken, bizim kısmeti kovalamamız gerektiğini ve aradaki perdelerin bizim tarafımızdan açılmasının imkânsız olduğunu belirtiyor. Yani ona gitmeye azmetmemiz gerektiğini, kapıları ve perdeleri açmanınsa Allah’a ait olduğunu söylüyor.
Peki, kısmeti neyle kovalayacağız? Bu sorunun cevabını bulabilmek için düşündüğümüzde karşımıza başka sorular çıkıyor. Kısmet nedir? Nasıl gidilir? Yolda engeller var mıdır? Yoldaki lojistik desteklerimiz nelerdir? Ya da bu soruları, artık binlerce yıldır klasikleşmiş aşağıdaki sorularda toplayabiliriz.
Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Klasikleri.
[1] Not: Salih baba ile ilgili açıklama, içinde mantıkut tayr barındıran bir eser için elbette bu kadarla kısıtlı değildir. Bu en yüzeysel haliyle bizim idrakimizin algıladığı kadardır.
[i]
27 Neml Suresi
16 – Süleyman, Dâvûd’a varis oldu ve, “Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi ve bize her şey verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lütuftur” dedi. ( Diyanet meali )
[ii]
18 Kehf Suresi
18 – Uykuda oldukları hâlde, sen onları uyanık sanırsın. Biz onları sağa sola çeviriyorduk. Köpekleri de mağaranın girişinde iki kolunu uzatmış (yatmakta idi.) Onları görseydin, mutlaka onlardan yüz çevirip kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı. ( Diyanet meali )
22 – (Ey Muhammed!) Bazıları bilmedikleri şey hakkında atıp tutarak: “Onlar üç kişidirler, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler. Yine, “Beş kişidirler, altıncıları köpekleridir” diyecekler. Şöyle de diyecekler: “Yedi kişidirler, sekizincileri köpekleridir.” De ki: “Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Zaten onları pek az kimse bilir. O hâlde, onlar hakkında (Kur’an’daki) apaçık tartışma(yı aktarmak) dan başka tartışmaya girme ve bunlar hakkında onlardan hiçbirine bir şey sorma.” ( Diyanet meali )
[iii]
18 Kehf Suresi
64 – Mûsâ: “İşte aradığımız bu idi” dedi. Bunun üzerine tekrar izlerini takip ederek gerisingeri döndüler.
65 – Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.[iii]
66 – Mûsâ ona, “Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?” dedi. ( Diyanet meali )