Şimdiyi düşün, anı yaşa desek de hayatın, geçirdiğim dakikaların ardından hep bir hüzün kaplar ruhumu, bazen de serzeniş. Hele şu son günlerde, ne yaptım hayat sana ben, sundun bana böyle bilinmez bilmeceler. Çözemiyorum seni, oysa ellerim hep üstünde, çözüyorum diyorum, yine meçhule gidiyor her bir hecen.
Her ne kadar el sallamama izin verse de, arkasından içim burkuluyor, ateş düşüyor yüreğime, korkarım ben de gideceğim diye o bilinmeze. Korkuyorum hem de en derininden. Faili olmuş yüreğim, girecek hayatın köhne zindanlarına, bir dalabilse yaşamın coşkun ırmağına. Her bir çağrı sesinde, annenin yerinde mi diye merak ettiği çocuğuna seslendiği gibi bakıyorum sana ben, içimdeki öfkeyi uyutarak, sessiz ve ta derinden. Seninle bakışırken konuşuyor muşum, seslenişlerine cevap arıyormuşçasına kendimi arıyorum, biliyorum ki konuştuğum aslında yüreğim, dudaklarımdan dökülen sandığım suskunluğum. İçimdeki deruni konuşmamın, düşüncelerim olduğunu sonra anlıyorum, birbirine giren seslerden. Dinliyorum sadece, dinledikçe yüreğim konuşur oldu, durduramaz oldum içimdeki hezeyanları.
Taze bir başlangıç misali her bir günüm; umutla, özlemle, merakla ve tutkuyla karşılıyorum her halini. Bir yerde okumuştum ve okuduğum yazı yaşamımdaki deneyimlerimi sorgulamamı sağladı. Yorgunlukları ve sorumlulukları biz seçmişsek eğer, bunlara katlanmamız daha kolay olur diyordu. Ben kendim mi seçiyorum, seçmek zorunda mı kalıyorum yoksa seçilenleri mi alıyorum? Hangisi daha ağır hayatta? Yanlış yapmamak ve vicdanımızı rahatlatmak adına hep seçilmişlerimi alıyoruz hayatımıza yoksa cesur davranıp hayatımızın değişeceğini göze alarak biz mi seçiyoruz en yenisinden, seçilen eskilere ve tekrarlananlara inat. Eskimişleri daha fazla eskitmeyelim, üstlerine yenilerine eklediğimizi düşünerek. Biz yapalım, biz yaratalım, biz aşalım, biz değişelim değişmeyenlere inat. Yenileyelim bedenimizi, yüreğimizi, beynimizi. Yaksa da ağzımızı, içelim kana kana hayatı yaşayarak… Yaşadığımız acı olaylar, mutsuzluklar hayatın anlamını, bizim için ne ifade ettiğini ve yaşamamıza ne şekilde devam edeceğimiz konusunda bize yol göstermiyor mu nede olsa?
Çok mu hızlı geçiyoruz yaşamın kıyısından? Hayatımı nasıl işliyorum, işlemem gerekiyor bilmiyorum. Nakış gibi işliyorum bazen ihtimamlı, özenli, dümdüz… Bir bakıyorum ki çok gereksiz yere özenmişim, emek vermişim. Onların da üstünden geçilmiyor mu sanki? Bazen de vurdumduymaz, fütursuzca, sonunu düşünmeden vuruyorum nakışı. Bir bakıyorum çok güzel bir nakış tutturmuşum plansız. Yapmam gerekenler ile yapmak zorunda olduklarımı bir sıraya koyamadım. Ezbere yaşıyormuşum gibi hayatı, üstüne gitmiyorum artık, varsın yarını düşündüğümü sansın beynim, kalbim biliyor ya sadece bugünü yaşadığım gerçeğini nasıl olsa. Öyle olduğunda gökkuşağına bürünüyor yüreğim, tüm renklerini giydiriyor bedenime.
Evet hayatı nasıl yaşarsak yaşayalım ya tozu dumana katıp yol alıyoruz ileriye ya da toz duman olur savruluruz biryerlere… Seçim bizim işte böyle… Bazen toz duman olup savrulmak, hiç düşünmeden bilinmez yerlere gitmek, kaybolmak hayatın sırtlarında, gevşemek bilinmez rüzgarlarda bana iyi geliyor. Her zaman tozu dumana katıp düştükten sonra kanayan yaralara merhem olmak zor oluyor, istemiyorsun bırak kanasın, ağrıyan yerlerine inat yürüyorsun her şeye rağmen.
Hayatımızda mucizeler her daim mevcut. Yeter ki görmesini bilelim. İmkansızı gerçekleştiren mucizeler değil, sürekliliktir demiş bir yazar. Ben bunun bir kısmına katılıyorum. Sürekliliği de oluşturan, bizi ona zorlayan içimizdeki duyguları harekete geçiren görünmeyen el değil midir sanki, adına mucize dediğimiz. Adına her ne koyarsak koyalım o her daim hayatımızın içinde, yeter ki hissederek ve görmesini bilerek yaşayalım. Şu sıralar kendimi olabildiğince güçlü, çetin ve yıkılmaz, bir o kadar da sabırlı hissediyorum. Acaba sorunları kabullenip onlarla yaşamayı öğrendiğim için mi? Yoksa onları yok sayıp hayatımdan çıkartmayı başardığım için mi? Emellerime ulaşmak için ilk adımı gerçekleştirmiş durumdayım. Bu bile bana heyecan veriyor. Umarım o mucize gerçekleşir ve ben yaşamın içine duçar olabilirim. Kıyısından etrafı seyretmek çok zor çünkü. Bazen elini ayağını çekerek her şeyden uzaklaşmak istiyor insan, bütün çağırışlara inat. Yalnızlık sizi bertaraf etse de, sanki dünyada sadece siz varmışsınız gibi sükunet ve dinginlik içinde yaşamak istiyorsunuz. O zaman kendinizi tanımanız ve hangi ruh halinde olduğunuzu görmeniz daha kolay oluyor. İşte haftalardır bu ruh halinde olan ben, yaşayamadığım bugünümü, ertelenmiş geçmişim haline dönüştüreli, üstümde bir yük oluşuverdi. Sanki yaşayamadıklarım, anlarım, güzellikler, doğanın içinde yaptığım yürüyüşlerim, sebepsiz yere gülüşlerim, gözlerimden etrafa saçtığım enerji bana hesap soruyor ve artık beni beklemekten bitap düşmüş vaziyette. Artık zamanı geldi, anla buluşmanın önümden geçip giden zamanı durdurmanın, içimdeki çocuğun sesini duymanın zamanı değil mi? Bunlarsız mı akıp gidicek zaman, biz hep anlarımızı ıskalayıp el değmeden atılanlar köşesine mi kaldıracağız? Ertelenmiş, el değmeyen geçmişim haline gelmeden bu rüyadan uyanıp, kendi gerçek yaşantıma dönüyorum…
Acılarla kazanılan mutluluk mu, yoksa kazanılmadan elde edilen mutluluk mu daha hak edilir? Galiba ben ilkini yaşıyorum ve zevkini çıkartmam daha kolay oluyor…