Bir garip ağlar, damla damla yaşlar ile. Yaşlanmış bir ihtiyarın dilinden akar kelimeler. Çevirir kasketini enseye doğru. Görünür alnında üç beş beyaz tel saç. “Bir abdest alayım delikanlı başlarız”  der sohbete. Hava kararmaya yakın, ihtiyarın kolunda ağarmış kıllar ıslak. Bir ezan okunur yükseklerde, ihtiyar niyete gider aksayarak. Amin der kavuşur elleri yüzünde. Yaklaşır tümsekteki tahta masaya, oturur tabureyi gıcırdatarak. Dayar elma bastonunu sağ omzuna.

Ah evlat!

Sponsor Bağlantılar

Bilsen seneler nasıl hızlı geçti. Bir bardak su gibi tükenip gitti. Bulandı gözlerim, peltek konuşurum, bak tutuyor mu dizlerim? Ağlarım evlat; evvelce ağlamadığıma, yanar şimdi yüreğim; evvelce yanmadığına…

Sakin ol ihtiyar anlat ağır ağır. Geçmişten bahset yeni nesil sağır sanma. Güller hala kırmızı, çiçekler açıyor. Etraf yeşil, dağlarda kar var, dünya dönüyor. Sen ağlıyorsun. Sakin ol anlat ağır ağır. Duyacaktır seni neslin, sağır sanma.

Tam yetmiş iki sene tükettim şuracıkta. Şu küçücük köyde… Çocukluğumdan beri; gördüğün dağlarda davara giderdim. Soğuktu evlat çok üşüdük. Aç kaldık. Günlerce davarlarla dağlarda yattık. Çocuktuk; başta eğlenmek için yaptık. Ve anladık; ekmek parasıymış meğer. Zor geldi sonradan, üstelik pek bir şey kazanmadık. Bak ta gör! Babamdan kalan elma ağacı bastonum. Başka neyim var evlat. Evlat bile kalmadı.

Yine davarlarla dağdaydık dört arkadaş. Dağlar köye uzak, bak ta nerde. Şu gördüğün yerin arkasında, göremediğin yerde. Seslerin işitilemediği yerde! Hanımlar sabahları, süte gelirlerdi ellerinde darıları. İki kez sağarlardı hayvanları. Biri gün ağardığında, diğeri güneş batmaya yakın. O gün de geldiler; hava soğuk, güneş tepede, ayaz mı ayaz. Gelmez sanırdık hiç yaz. Ve gelmemişti benim hanım süte. İki darı fazladan ötekinde; Diğerleri eteklerle şakalaşıp oynaya oynaya geldiler. Benim hanım nerde? Yine tembelliği mi tuttu? Sordum; Baktılar bana öyle, bir şeyler vardı sezdim ama “yok” dediler. “Ekmek sırası onda, tandıra verdik. Çörek de yapacak hem”. Rahatladım. Bastonu sallayarak davarlara yanaştım. Arkadaşlar hanımlarının yanında, benden uzakta, fısır fısır rüzgâr gibi uğultulu konuşuyorlar. Biri telaşlanıyor sanki diğeri rahatlatıyor. Arada bana bakıyorlar, baktığımı görünce, elle selam verip gülüyorlar. Açtım bohçamı; ısırdım soğandan, bir parça da ekmek var. Yarın çörek gelecek. Üstelik hanım güzel yapar. Yumurtalıdır, hafif yağlı. Bayatlasa da yenir. Hatta ben bayat severim; gevrektir. Hanım güzel yapar.

Durdu daldı ihtiyar derinlere. E ihtiyar daldın, anlatmayacak mısın? Baktı yüzüme, yüzünde pis bir gülümseme;

Hava karardı evlat, açlığın var mı?

Bastonunu kavradı, “ya Allah” deyip zorlanarak kalktı ihtiyar. Baktı eve doğru, yürüdü kapısına. Kayboldu gözden ihtiyar. Işıkları yandı evin; sarı loş ışıklar. Pencereden; düşmüş yarısı perdenin,  görünüyor ihtiyarın yansısı. Kayboldu ihtiyar penceredeki görüntüden. Sonra söndü sarı loş ışıklar. Açıldı evin tahta kapısı, göründü bastonu ihtiyarın. Aksayarak yanaştı tümsekteki masaya. Gıcırdatarak oturdu alçak tabureye. Elma bastonu dayadı sağ omzuna. Masaya bir bohça bıraktı; aç dercesine gözüme bakarak. Çözüldü düğümü bohçanın; bir soğan, birkaç çörek. Yumurtalı, üstü yağlı, bayat ama gevrek.

Beğendin mi evlat? Hanım daha güzel yapardı. Oynardı hamurla, yoğurmazdı. Vurdu mu tandıra bir daha kavlamazdı. Ah evlat! Hanım da kalmadı…

Yine kış günüydü hava soğuk. Her yerde kar; bir adam boyu.  Sac çatılardan sarkar sarkıtlar hava donuk. Yollar kapalıydı. Hanım ateşler içinde; “bey yanıyorum” dedi. İçim cız etti. Bırak doktoru, sağlık ocağı bile yok. Bundan sade on iki yıl önce. Bir çırpıda muhtara yetişince, hadi muhtar çalıştır motoru Allah’ın aşkına, hanım kötü. El değmiyor yüzüne, bu kış günü. Atladık motora, hanım römorkta kucağımda. Elleri elimde, gözler kapalı, yüzü pespembe. Akıyor gözünden iki damla yaş; “ bey çok mu var şehre?” Ama nafile; motor gitmez. Her yerde kar; bir adam boyu, motor gitmez. Hanım kucakta, eve geldik, yatırdım sobanın başına. Üzülme hanım yarın güneş açacak, yollar açılacak, dayan! Hava karardı, soba birkaç odun ister gürlemeli, hanım iyileşmeli. ”Bey” dedi, gözler kapandı, gece yarısı, soba başında. Hanım aç gözünü yollar açılacak, hanım aç gözünü. Açmadı doktor bey. O gözler kapandı, bir daha açılmadı.

Ağladı ihtiyar tekrar kızgınca. Kime kızmalı bilemeden ağladı. Motorda kabahat yok ya. Peki, yağan karda. Yinede kızmadı ihtiyar, sadece ağladı. Durdu gözüme bakarak “ işte evlat kimse kalmadı.” Allah rahmet eylesin ihtiyar. Başın sağ olsun, erdemin sağ olsun. Hani “evlat!” demiştin anlatmadın. Anlatma dayanamazsan üzmek istemem seni. Bilirim hayat acı. Ağlayan gözler durdu, birden gülümsedi.

Yaşlandık evlat. Unutmuşum, oysa anlattım sandım. Harbi nerede kalmıştım. Evet, acı, çok acı! Geçen geçmiş ne gelir elden. Ha! Hatırladım. Hani şu gün vardı ya; biz dağdaydık, hanım süte gelmedi. Anlamıştım zaten ardından bir şey gelmeli. Hanımlar süt sağmaya başladı. Dostlar yanıma geldi. Üçü de baktı yüzüme, her bir ağız hazır bir şeyler söylemeye. Lakin kimseden laf çıkmaz. Hayırdır dostlar bir durum mu var? Biri kalktı ayağa, döndü arkasını. “Senin çocuk hasta” dedi, “hanımlar söyledi”. “Pek önemli bir şey değilmiş, hafif ateşli.” Dondum kaldım. Buradan köye yayanla bir buçuk saat! Hanımlar az önce yetişti, ben iki gündür dağda davar başında. Yeni mi oldu acaba ateşi? Yoksa var mı evveli? “Aman takma” dediler. “Kötü haber tez gelir, demek pek fena bir durum yok”. Davarlar otladı, hava kararmaya yakın hanımlar dönecek. Yanaştım yanlarına; benim çocuk nasıl? Sormak ne mümkün! Ayıptır buralarda, delikanlı adama, düşkün olmak çocuğa. Hanımlar yola koyuldu ben soramadan. Hava soğuk, azık az. Çöktü karanlık. Davar çöktü yere. Dinlenme zamanı artık. Dostlar uyudu, ben düşünceli. Uyunur mu hiç? Evladın hasta. Nasıldır acep yavrucağız? Masmavi gözü dalmış mıdır uykuya? Yoksa hala kıvranır mı ağlayarak ana kucağında? Dayanamadım kalktım ayağa. Bir ileri gittim, sonra döndüm oturdum. Hava zifiri karanlık, kurtlar dolaşıyor ortalıkta. Ya bir şeyi yoksa? Basit bir ateşse, iyiyse yavrucağız. Değer miydi bu saatte koyulmak uzun dağ yoluna? Hem sonra ne derlerdi hakkımda? “Dayanamadı, bıraktı gitti bizi.” Öyle ya, durmalıydık hepimiz davarın başında. Ya kötüyse durumu! Yavrum babasına muhtaç ise, doktor isterse hastalığı, gitmeli köye. Tekrar ayaklandım, yürüdüm hızlıca, durdum, birden döndüm; baba yadigârı elma bastonunu almaya. Hem babam da az taşımadı beni hastaneye kucağında. İlerledim hızla karanlıkta. Vakit ilerliyor, yol bitmek bilmez, üstelik görünmüyor. Arada koşuyorum, arada durup sakince yürüyorum. Aklımdan hiç çıkaramıyorum yavrumu. Yaklaştıkça köye ağlamak istiyorum. İçim yanıyor; sanki kötü bir şeyler var. Yok, sakin ol! Yavaşla her şey yolunda, birazdan varacağım köye, soba başında uyuyor yavrucağım beşikte, henüz sekiz aylık. Mavi gözler uykuda, meleklerle oynuyor rüyasında. Anası; uzun saçlarını örmüş akşamdan, uyuyor o da yanı başındaki yatağında. Ayağında beşiğe bağlı ip, ağlarsa
sallayacak, yavrum tekrar uyuyacak. Ve yetiştim köye; her yer karanlık, ortalık sessiz, bizim eve az kaldı. Yüz metre var yada yok. Gaz lambasının ışığı yansıyor camdan ve hareketli birkaç gölge. İşte geldim. Neden uyumamış hanım, yoksa çocuk hasta komşular mı geldi bize? Kapıya yanaştım, içerde sesler, bir müddet kapıyı çalamadım. Hanım aç kapıyı ben geldim. Kapı açıldı, hanımın gözleri yaşlı. Yavrum nasıl? Hastaymış, bir sorun yok ya. Alıp gidelim, götürelim hastaneye, doktorlar baksın, bir serum takarlar, bir şeyciği kalmaz. Hanım kapandı göğsüme hıçkırarak; “ Ahmet gitti, geç kaldın, hepimiz geç kaldık.” Girdim içeri; beyazlara sarmışlar, üstünde bir çelik bıçak, hareketsiz duruyor. Komşular tesellide, hanım ağlıyor,  ben şaşkın. Biri “kızamık” diyor köşeden, öteki “çiçek”. Neye yarar ha kızamık ha çiçek. Yavrum yok artık. Suçlu ne kızamık ne de çiçek. Bakınıyorum; açıkçası ne yapacağımı bilmiyorum. Açtım beyazları, baktım yüzüne son kez. Ve ayrılacağım buralardan dedim. Hala ayrılamadım. Hiç bir şey kazanmadım, üstelik var olan da gitti. Neden ayrılmadım bilmiyorum, artık ayrılsam ne fayda. Sıra bana geldi zaman yakın, artık vaktidir ayrılmanın. Hadi benden geçti; gençler hala burada, hala cahiller, hala işsiz. Şimdi doktor var çok şükür; sen varsın neye yarar. Su yok, elektrik kesintisi çok, telefonlar çekmez, posta yetişmez, kar yağdımı yollar kapalı, bir adam boyu. Yıl iki bin dokuz. Düşün düşün çıldırıyoruz. İşlerine geldimi varız, aslında bizler yokuz. Buna rağmen herkes burada, buna rağmen vatan sağ olsun! Vatan tabi ki sağ olacak, olsun da. Yeter ki burada vatandaşlarının olduğunu unutmasın. Ama hep unutacak. Peki, ne zaman var olacak.

Ağladı ihtiyar tekrar. Kalktı tabureden zorlanarak. Bastonu dayadı yere, baktı bir kez daha yüzüme. Karanlıktı, hava soğuk, yürüdü yavaş yavaş, kayboldu karanlıkta. Gecemiz hayırlı olsun ihtiyar, ağzına sağlık, geçmişlere rahmet. İsyan etmeyen sabrına sağlık.

Bende sanırdım ki; doktorlar, öğretmenler, memurlar acı çeker bu unutulmuş dağ başlarında. Anladım ki; acı çekmeyen kimseler yokmuş yurdumda, birilerinin dışında. Ya razı olmamalı yüce devlet halkın buralarda yaşamasına, şehirlere yakın yerleşim yerleri kurmalı, evler yapmalı oralara, sağlıklı binalar, merkezler dikmeli, kaliteli memurlar atamalı; köle muamelesi yapmadan. Öyle ya kölelik çok oldu dünyadan kalkalı. Ya da yapamıyorsa yeni yerleşim yerleri,  bulundukları yerlerin imkanlarını arttırmalı. Yoksa devletin yüceliği lafta kalmamalı. Bunları yapamıyorsa devlet;  ve hala yapmamışsa bu yüzyılda, bu kadar geri kalmışsa, gelişemiyorsa neye yaradı..

(11.03.2009)
DR. AZİZ ALPER BİTEN