BOĞAZİÇİ KORULARI (FETHİPAŞA ve EMİRGAN)
ÖZ
Bu çalışmanın amacı, kendi kültürümüze ait sosyal, içtimai vb. tüm unsurları; yerel platformdan ulusala, ulusal platformdan da küresel platforma taşımaktır. Bizim kültürümüze ait bir unsur olan koruları, özellikle Boğaziçi Korularını çalışmamım hedefi olarak belirledim. Bu noktada geçmişten günümüze ağaca, ormana dolayısıyla korulara verilen önemi ve gösterilen hassasiyeti ilk olarak sunmaya çalıştım. Osmanlı Türkleri’nde çevre anlayışı, ağaç ve yeşillik sevgisi ve çevre güzelliği gibi hususlarda ayrıntılı olarak bilgilendirmelerde bulundum. Ormana, dolayısıyla doğaya verilen önemi belirttim. Daha sonra koru kavramı hakkında genel bilgi verdim. Asıl küresel platforma taşımak istediğim Boğaziçi Koruları hakkında genel bilgi verdikten sonra özel olarak her iki yakadan da birer koru belirledim. Anadolu Yakası’ndan Fethipaşa Korusu ile Avrupa Yakası’ndan Emirgan Korusu hakkında bilgi sunmaya çalıştım. Sunduğum bilgileri yetkili kişiler ile yaptığım üç röportaj ile destekledim. Güncel bir yorum olması açısından korularımız hakkında yayınlanan iki haberi de sonuna ekledim. Son olarak da, korularımızın edebi türlerimizdeki akisleri ile örnekler vererek bir sonsöz ile çalışmama son verdim. Bu çalışmamda asıl amaç; tarihi mirasımız olan koruların önemini belirterek bu eşsiz güzelliklere dikkati çekmek istedim. İstanbul’un boğaz bakısını bir zincir kabul edersek, benzersiz güzellikteki, asırlara meydan okumuş korularımız da ona dizilmiş zümrüt taşı durumundadır. Türkiye ile ilgili tarihi ve kültürel birçok unsurun yanında, yıllara meydan okumuş bu tabii ve tarihi korularımızın da tanıtılması gerekmektedir. Bugün dünya tarafından tanınan Türkiye’ye ve Türklere ait unsurların yanında korularımız da yer almalıdır. Bunun için koru içerisindeki mevcut ağaç türlerinin bakımı yapılmalı ve yeni bitkileri türleri ile oksijen kaynaklarımız zenginleştirilmelidir. Yürüyüş parkurları ve spor alanları, donanım ve aktivite bakımından zenginleştirilmelidir. Örneğin; Uluslar arası Lale Festivali gibi bize ait unsurların tanıtımı ve etkinliği ile korularımıza olan ilgiye dikkat çekilmelidir.
ABSTRACT
This article’s aim is forcing the native elements to national, then forcing them to global platform of the main elements of our culture. I choose the coppices of Bosphorus for my article. In this view i tried to explain how we protected wood, forest till now. I explained Otoman Turks’ environmental approchement, tree and green affections and environmental affections. I pointed out the importence of forests and due to how we interested about forests. And then I informed about the coppice conception. I clearly informed about Coppices Of Bosphorus. Then I choose two coppices from Europe and Asia collar. “Fethipasa Coppice” from Asia collar, “Emirgan Coppice” from Europe collar. I make three interviews about coppices with administrators of coppices. And then I supported my opinion with those interviews. I’ve added two newspaper reports to final part of my article to make a connection with actual commentions. At the end of my article I gave examples about reflections in litararly types. The main purpose is, I tried to call us attention to coppices which are our historical inheritance and unique prettiness. If we call The Bosphorus a necklace, The Coppices are emerald Stones of it. It has needed to present our coppices. We have to present our coppices to The World with our other beauties. To do this we must care about coppices’ trees and we must plant new trees for enriching our oxygen sources. We can build new cross and sporting areas with new accoutrements. For example; we can present new activities like “International Tulip Festival”.
Münevver SEZGİN
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mroutcast@hotmail.com
OSMANLI TÜRKLERİNDE ÇEVRE ANLAYIŞI
Çevre, canlı ve cansız varlıkların karşılıklı etkileşimlerinin bütünü olarak tanımlanabilir. Çevrenin canlı öğeleri, insanlar, bitki örtüsü, hayvan topluluğu ve mikroorganizmalardan oluşmaktadır. Cansız öğeler ise, iklim, hava, su ve yeryüzünün yapısıdır. Cansız öğeler canlıları etkileyip, onların eylemlerini güçlendirirken, canlılar da cansızların konumlarını, yapılarını belirleyen etkilere sahip olmaktadırlar.[1]
Evrendeki canlı ve cansız bütün varlıklar çevresiyle sürekli bir ilişki ve etkileşim halindedir. İnsanın ruhi ve ahlaki yapısının çevre üzerinde önemli etkileri vardır. Çevre, insan eliyle gelişebileceği gibi çorak hale de gelebilir.[2]İnsan, yaşadığı ve diğer canlılarla paylaştığı doğal çevreyi korumak ve yaptığı tahribatı gidermekle yükümlüdür. Buna göre, önce insanı doğaya karşı duyarlı hale getirmek, bilgilendirmek ve doğru davranışları kazandırmak zorunluluğu vardır. Çevrenin korunması için ilmi, teknolojik, hukuki ve politik tedbirlerin yanında tesirli ve kapsamlı bir çevre eğitimi politikası da tespit edilmeli ve uygulanmalıdır. Dengeli ve sağlıklı bir hayat sürdürebilmek, bir insanın çevresindeki canlılar ve eşyadan nasıl yararlanacağını bilmesi ve sorumluluğunu hissetmesiyle yakından ilgilidir.
Çevrenin korunması ve güzelleştirilmesi, insanı sevmek, düşünmek ve ona değer vermekle yakından ilgilidir. İnsana değer vermeyen bir kültür ve medeniyetin, çevreye değer vermesi, korumaya ve güzelleştirmeye çalışması düşünülemez. Bu açıdan bakıldığında, “Yaratılanı Yaratandan ötürü hoş görmek” prensibiyle hareket eden Türklerde hayvanlara, kuşlara ve ağaçlara karşı beslenen sevgi dini bir vazife derecesine ulaşmıştır. Bu nedenle Türkler canlı ve cansız varlıkların tümüyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, bitkilere velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler. Güzel manzaralara, parlak denizlere, gölgeliklere, membalara, karlı dağ tepeleriyle çevrelenmiş muazzam ufuklara karşı beslenen temayül, bu milletin en büyük meylidir.[3]
Osmanlı Türklerinin çevreye yönelik çalışmaları özellikle kudretli olduğu devirlerde diğer milletlere örnek olacak niteliktedir. Bu çalışmaları kanunnamelerden, çeşitli vilayetlere gönderilen hükümlerden, vakfiyelerden ve Türkiye’de görev yapmış ya da seyahat etmiş yabancıların hatıralarından öğrenmekteyiz.
TÜRKLERDE AĞAÇ VE YEŞİLLİK SEVGİSİ
Çevrenin en önemli bölümünü teşkil eden ağaç ve yeşillikler, insanlığın var olması ve varlığını devam ettirebilmesi için gerekli olan doğal kaynakların başında yer alır. Çevrenin yeşil bir bitki örtüsü ile kaplanması, huzurlu bir ortamın bulunması ve temiz bir hava, insanın birçok yönden sıkıntılarını ortadan kaldıran psikolojik faktörlerdir.
Bahçeler düzenlemek, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmek bir zamanlar şehirli Türk insanının en büyük zevklerinden biri ve yeni yeni çiçek ve meyve türleri elde ederek bu türlere şairane isimler vermek köklü bir gelenek olmuştur. [4] Bazı hatıralarda eski Türklerin bahçe ve ağaç meraklısı olduğu dile getirilmektedir. Türkler, dünyanın doğal güzelliklerinin korunması, daha da güzel hale getirilmesi ve adeta cennet gibi yapılması için birçok tedbirler geliştirmişlerdir. Türkler bu amaçla vakıf eserlerinin finansal
ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için bağlık, bahçelik ve ağaçlık yerler bırakmışlardır. Örneğin; Kara Osman oğlu Mehmed Ağa tarafından Bergama’da yaptırılan vakıf eserlerinin yaşatılabilmesi için gereken harcamaların, gelirlerinden karşılanmak üzere toplam olarak 2133 adet ağaç bulunan on iki muhtelif bahçeyi vakfettiği görülmektedir. III. Murad’ın kızı Ayşe Sultan İstanbul’da bir bahçe, Kıbrıs’ta bir çiftlik, Filibe’de sekiz bin baş koyun vakfetmiştir. [5]
Mevcut ağaçların bakımına ve sulamasına yönelik vakıflar da kurulmuştur. Kimi insanların, verimsiz ağaçların sıcaktan kurumasını önlemek üzere, her gün sulanmaları için işçilere para vakfettiklerini de hatırlarda görmekteyiz. Batılı araştırmacılara göre bu durum tabir-i caiz ise çılgınlık ve kaçıklık olarak nitelendirilir. Bu durum, Türklerin, çağdaş uygarlıkların bile ruhunu henüz kavrayamadığı, bir çevre bilincinin parlak örneklerini sergilemeleri açısından büyük önem arz eder.
Bahçeler, bağlar ve ağaçlık alanlarla ilgili vakıfların varlığı Anadolu’da yeşil alanların ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Vakıfların dokunulmazlık özellikleri dikkate alındığında bu faaliyetlerin süreklilik arz ettiğini söyleyebiliriz.
Osmanlı döneminde, hayvanların otlatılması açısından önemli olması yanında, toprak üstü örtüsü olarak toprağı koruyan, suyu tutan, kaynak sularını toplayan, ehli ve vahşi hayvanlara barınak olan ve kirli havayı temizleyen yerler olarak hava kitlesinin korunmasına da katkı da bulunan yeşil kuşak olarak değerlendirebileceğimiz, koruma altına alınmış korular da söz konusudur. Osmanlı arşiv belgelerinde konu ile ilgili birçok belge yer almaktadır. Örneğin; bir hükümde İznikmid kadısına, Eşme, Dikme ve Sapanca dağlarında korudan gemiye yarar ağaç kesimi yasağının devam ettiği hatırlatılmaktadır. Bir başka hükümde ise, sefer sırasında eskiden beri Otağ-ı Hümayun kurulan Örsek merkezinin şimdi halk tarafından tapulanıp bağ bahçe haline getirildiği, buraların zarar görmemesi için ordunun konaklamasına uygun başka bir yer istenmektedir. Diğer bir hükümde savaş için yola çıkıldığında halkın ekili tarlalarının ve çayırlarının çiğnetilmemesi ve kimseden karşılıksız bir şey aldırılmaması için askerlerin iyice zapt edilmesi öngörülmektedir. Yine bazı kimselerin, ağaçların yaprak ve dallarını keserek hayvanlarına verdikleri, bu şekilde koruya zarar verenlerin yakalanarak cezalandırılmaları emri bulunmaktadır. Ayrıca korulara davar sokulması, ağaçların kesilmesi ve bazı yerlerinin tarla haline getirilmesi yasaklanmakta, bu tür eylemlerin olmaması için tedbirlerin alınması ve halkın uyarılması emredilmekte, uyarıları dikkate almayanların cezalandırılmaları bildirilmektedir. Bu ve benzeri hükümlerden çevreye zarar verenlerin cezalandırıldıkları anlaşılmaktadır. Hasköy, Yanbolu, Kırıkkilise, Ferecik ve Gümülcine kadılarına 24 Aralık 1565 tarihli hükümde, kazaları dâhilinde bulunan Hassa Şikâr korularında tüfek atılmasına, tazı ile av avlanmasına ve ağaç kesilmesine müsaade edilmemesi ve bunların yasaklanması istenmektedir. Bazarcık kadısına 3 Ağustos 1571 tarihli hükümde, koruma altına alınmış dağlardan, defalarca uyarıldığı halde emre karşı gelerek odun kesen bir kimsenin cezalandırılmak üzere, yolda kaçmasını engelleyecek tedbirler alınarak İstanbul’a gönderilmesi emredilmektedir. Ormanlardan ağaç kesilmesi devletçe yasaklanmıştır. [6]
Türklerde ağaca gösterilen sevgi ve alaka o dereceye çıkmıştır ki, aynı coğrafyada yaşayan Hıristiyan vatandaşlar, bu sevgi ve alakadan çekindikleri için kendi bahçelerindeki ağaçları bile kesemez olmuşlardır.[7] Raczynski “Türkler, evlerin temelini, etraftaki ağaçların durumuna göre atmaya alışık olduklarından, gölgeli ağaçlara çok değer veriyorlar.” [8] Demek suretiyle Türklerin çevrenin vazgeçilmez unsurlarından olan ağaç ve yeşilliğe nasıl bir bakış açısıyla yaklaştıklarını açıkça göstermektedir.
Bu tespitler, Türklerin düşüncesinde var olan bir başka hususu da ortaya koymaktadır. O da yerlerine ev inşa etmek için bile olsa ağaçların kesilmesinin, hoş görülmemesi evlerin ağaçları kesmeye gerek kalmayacak yerlere yapılmasının öngörülmesidir. Batılı kaynakların, Türklerin asırlardan beri gölgelerinde dinlendikleri çınar ağaçlarının Türkiye’de altı, sekiz ve hatta on adım çapına ulaştıkları şeklindeki tespiti, bu geleneğin bizde çok eskiye dayandığını göstermektedir.
Bağ ve bahçelerin en çok etkilendiği hususlardan birisi, sanayi alanlarının bu bölgelere kurulmasıdır. Ancak Türkler bu konuya da hassasiyetle yaklaşarak, duyarlılık göstermişlerdir. Örneğin; yine bir hükümde, imalat türü işler yapılırken halkın bağ ve bahçesine tecavüz edilip zarar verilmemesi, tecavüz edenlerin ise cezalandırılmaları için isimlerinin bildirilmesi istenmektedir. Bir başka hükümde de Uzunköprü’deki hassa çayırının ortasında bulunan değirmen arkının taşıp çayıra zarar verdiği bildirildiğinden, durumun araştırılması ve zararın giderilmesi için ne yapılması gerektiğinin arz edilmesi emredilmektedir.[9] Yeşilliğin korunması için yaptırımlar yanında birtakım yaptırımlar yanında bir takım teşvikler de söz konusudur. Bu amaçla mevcut olan çayırların çevresinin hendekle çevrilip ağaçlandırılması ve bu hendeğin bakımının yapılması karşılığında bazı köylerin bir vergi türü olan avarızdan muaf tutulması ve bu konuda kimseye engel olunmamasına dair hükümler mevcuttur. Yine hiç kimseye ait olmayan veya hazineye ait olan; önceden imar görmemiş, ziraat yapılmayan toprakları imar etmek; faydalı kullanılabilir ve maksada uygun bir hale getirmek teşvik edilmiştir. Tarlasını işletmekten aciz kalarak terk etmiş olan kimsenin bu arazisine bir başkasının işlemek suretiyle sahip olabileceği bildirilmiştir. Klis Beyi Hüsrev Bey’e 13 Haziran 1566 tarihli hükümde, Klis’te Blay sahrası adıyla bilinen yerleri, vilayetin tahriri sırasında bazı şahısların kendi üzerlerine kaydettirdikleri ve otuz yıldır boş ve verimsiz bıraktıkları halde oraya gidip yerleşmek, etrafı imar ve ihya etmek isteyen kişilere engel oldukları, arazinin oralara gelip yerleşmek ve ziraat etmek isteyenlere tahsis edilmesi, üzerimizde kayıtlıdır diye engel olanların dikkate alınmaması istenmektedir. Devlet kendi mülkü olan alanların korunmasına dikkat ettiği gibi, bazı devlet adamlarının özel mülk olan ağaçlara zarar verecek olan eylemlerde bulunmalarına da izin verilmemiştir. Örneğin; Yusuf adlı bir şahsın, Nablus yakınlarında bulunan arazisindeki zeytin ve harnup ağaçlarının sancak beyinin adamları tarafından kesildiği, yakıldığı ve arazisine ekin ekilerek zapt edildiği ve kendisine zulmedildiği yolundaki şikâyeti dikkate alınmış, bu hususun teftiş edilmesi, durumun arz edildiği gibi ise kimsenin kendisine bu şekilde zulmetmesine izin verilmemesi emredilmiştir.[10] İşte bu ve bunun gibi hükümlerin yer alması ve koyulan yasakların ihlali halinde uygulanan cezalar, Türklerin çevre, doğa ve dolayısıyla korular hususunda ne denli hassas olduklarının birer göstergesidir.
ÇEVRE GÜZELLİĞİ
Çevrenin önemli bir özelliği, güzelliği veya çirkinliği ile göze hitap etmesidir. Bu yönüyle çevrenin güzelleştirilmesi, yani estetik bir yaklaşımla değerlendirilmesi önem arz etmektedir. Zira çevre kirliliğinin bir
boyutu da görüntü kirliliğidir. İnsanlar, yemek, içmek, barınmak vb. gibi fizyolojik ihtiyaçlarını giderirken hep çevresini de güzelleştirme ihtiyacını hisseder. Her insan fert olarak gücü oranında dünyayı güzelleştirmeye çalışır.
Ağaç ve yeşillik, toprak, su ve havanın korunması, şehirleşmede belli bir düzene uyulması, temizlik vb. birçok hususla ilgili söz ve uygulamalara da çevreyi güzelleştiren faaliyetler olarak bakılabilir. Türklerin estetik anlayışlarının doğaya yansıyış şekillerinin canlı tasvirlerini bazı Batılı gezginlerin anılarında görmekteyiz. Söz gelimi Boğaziçi’nin Anadolu kıyısında bulunan Hünkâr İskelesi mevkiinden latif bir yer olarak bahsedilmekte, oldukça dar bir ovada meşe ağaçlarının, çınarların, servilerin, dişbudak ağaçlarının, ıhlamur ağaçlarının, karaağaçların insanı dinlenmeye davet eden büyük geniş gölgelerinden bahsedilir. Ayrıca iri, geniş dallı bir ıhlamur ağacının yakınındaki, geniş, güzel bir çayırın sonundaki çeşmeden kol kalındığında akan su da dikkate değer bir nokta olarak belirtilmiştir. Bu hatıralarda Türklerin doğayla nasıl bir uyum içinde oldukları sıkça ifade edilmektedir. Ayrıca Türklerin çok temiz olduğunu ifade etmekle onların düzenli olmaya ve güzel görüntüye verdikleri önemi vurgulamaktadırlar. Türklerin bu temizliğe ve düzene verdiği önem paralelinde evlerinin, mutfaklarının ve yemeklerinin temiz olduğu hususu da atlanmamıştır.
Osmanlı Türklerinde, yollardan insanlara eziyet veren her türlü şeyin kaldırılması, insanların yollarını ve gölgeliklerini amacı dışında kullanmanın yasaklanması, çarşılarda düzensiz yerleşimlerin engellenmesi ve bu şekilde inşa edilen binaların yıktırılması, avluların temiz tutulması, dilenciliğin ve sarhoşluk veren şeylerin yasaklanması gibi çevrenin güzel görünmesini sağlayacak birçok hususa büyük önem verildiği görülür.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Osmanlı Türkleri inançları doğrultusunda geleneksel çevre anlayışını layığıyla yaşayan milletler arasında yer almaktadır. Türklerde çevre bilinci, doğal güzellikleri olduğu gibi koruma, bağ, bahçe ve ağaç yetiştirmek suretiyle yeşillendirme; hayvanların gıda, temizlik ve doğal ortamlarının korunması; şehirlerin uygun yerlere ve planlı olarak kurulması; her türlü temizliğe riayet ve en güzeli ortaya koyma çabası şeklinde ortaya çıkmıştır. Günümüz çevre anlayışının Türk töre ve adetlerinde, sosyal ve içtimai hayatında, kültür tarihinde mevcut olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Türk milleti olarak özümüzde var olan bu çevre anlayışı ve ahlaki değerlerin tekrar hayata geçirilmesi suretiyle, çevre sorunlarının giderilmesinde mesafe alabilir ve bu konuda diğer uluslara da örnek olabiliriz.
BOĞAZİÇİ KORULARI
Koru, kent içinde veya kentin yakın çevresinde yer alan, etrafı çevrilerek emniyeti sağlanmış koruma altına alınmış büyük ağaç topluluğu; küçük orman parçası ya da yollarla bölünmüş bir parkın, gezinti yeri olarak düzenlenmiş kapalı ağaçlık kısmına verilen addır.[11] Ormancılıkta, kütük(çotuk) sürgünlerinden yetişen ve genellikle yalnız yakacak ya da diğer kullanım odunu veren ağaçların oluşturduğu ormanlara “baltalık”, tümü tohumdan yetişen ağaçların meydana getirdiği ormanlara da “koru” adı verilir.
Ormancılıktaki koru ormanı ile kent içindeki koru arasında önemli bir fark vardır. Ormancılık açısından, koru ormanını oluşturan ağaçlar tohumdan gelişmişken, kent içi korularda ağaçların tohumdan veya sürgünden gelişmiş olması fark etmez; uzun süre koruma altında tutulmuş olması, rereasyonal açıdan kentliye hizmet vermesi, ağaçlığın “koru” kabul edilmesi için yeterlidir.
İstanbul Boğazı’nın yeşilliği, doğal bitki örtüsü dışında koruluklar, park ve konut bahçelerinde toplanmıştır. Boğaz’da yeşillik denince ilk akla gelen anıtlaşmış korulardır. Boğaziçi’ndeki korular, Avrupa yakasındaki korular ve Anadolu yakasındaki korular olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır.
Avrupa Yakası’ndaki Korular
1. Yıldız Korusu,
2. Naile Sultan Korusu,
3. Naciye Sultan Korusu (Enver Paşa Korusu),
4. Vakıf Korusu (Prens Sabahattin Korusu),
5. Emin Erkayınlar Korusu (Şeyhülislam Cemaleddin Efendi Korusu),
6. Arnavutköy Robert Koleji Korusu,
7. İpar Korusu,
8. Fransız Yetimhanesi Korusu,
9. Kortel Korusu,
10. Ayşe Sultan Korusu,
11. Arifi Paşa Korusu,
12. Boğaziçi Üniversitesi Korusu,
13. Emirgan Korusu,
14. Said Halim Paşa Korusu (Yapı Kredi Bankası Korusu),
15. Avusturya Elçiliği Korusu,
16. Fransa Elçiliği Korusu,
17. İngiltere Elçiliği Korusu,
18. Alman Elçiliği Korusu,
19. Huber Korusu (Cumhurbaşkanlığı Yazlık Köşkü Korusu),
20. İspanya Elçiliği Korusu,
21. Rusya Elçiliği Korusu,
22. Ayazağa Korusu.
Anadolu Yakası’ndaki Korular
1.Abraham Paşa Korusu,
2.Beykoz Kasrı Korusu,
3.Hıdiv İsmail Paşa Korusu (Çubuklu Korusu),
4.Mihrabad Korusu (Mihrabad Ormanı),
5.Amcazade Hüseyin Paşa Korusu,
6.Cemil Filmer Korusu,
7.Kandilli Kız Lisesi Korusu,
8.Vaniköy Rasathane Korusu,
9.Vaniköy Korusu (Eski Papaz Korusu),
10.Vahideddin Korusu,
11.Cemil Molla Korusu,
12.Münir Bey Korusu,
13.Fethi Paşa Korusu,
14.Demirağ Korusu,
15.Hüseyin Avni Paşa Korusu,
16.Abdülmecid Efendi Korusu,
17.Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi Korusu,
18.Küçükçamlıca Korusu,
19.Adile Sultan Validebağı Korusu.
FETHİPAŞA KORUSU – KORUNUN TARİHÇESİ
İstanbul’da boğazın Anadolu Yakası kıyısında, Üsküdar ile Beylerbeyi arasında, ismini Orta Çağ’da “Bizans Dönemi” imparatoru II. Justinianas tarafından yaptırılan yaldızlı kiremitlerle süslü kilisesinden dolayı chrysokeramosdan olan Kuzguncuk’un bugünki adını Fatih Sultan Mehmet zamanında buraya yerleşmiş olan Kuzgun Baba adlı bir veliden geldiği sanılmaktadır.
Fatih döneminde Üsküdar kadılığına bağlı bir subaşılıktı. Buradan Nakkaş Paşa bahçesini geçip, Öküz limanından sonra Kaya Sultan Sarayı ve Bağı geçilerek Üsküdar’a giden bir cadde bulunmaktadır. Nakkaş sırtları Kuzguncuk yamaçlarıdır. Yavuz Sultan Selim’in Tebriz’den getirttiği ulemadan Şeyh Nakkaş Baba’nın burada bir türbesi bulunmaktaydı. Nakkaş sırtlarının ismini buradan aldığı rivayet edilir. İstavroz bugün kısmen Beylerbeyi Sarayı altında kalan eski Bizans kilisesi dolayısıyla bu semte verilen isimdir. Bizans’tan kalma rivayete göre, imparator Konstantin’in bayrak ve âlem olarak kullandığı büyük tahta haçı İstanbul’a yerleştirdiği zaman buraya dikmiştir. İstavroz, saraylar ve mimarisi güzel evlerin bulunduğu Kuzguncuk’un kuzeyindeki denize bakan semttir. Üsküdar’ın kuzeyinden başlayarak bütün sırt ve dik yamaçları kapladıktan sonra Kuzguncuk Tepesi’nde nihayet bulan koru Fethipaşa Korusu’dur. Tarihi bilgilere göre, adını II. Mahmud (1808-1839) ve Abdülmecid (1839-1861)dönemlerinde valilik, elçilik ve nazırlık görevlerinde bulunmuş, Türkiye’de ilk müzenin temeli atmış Tophane Müşiri Fethi Ahmed Paşa’dan almıştır.
Halk arasında
“Kuzguncuk Korusu” olarak da anılmış olan Fethi Paşa Korusu, kesif bir ağaç topluluğuna sahiptir. Önceleri 26 hektar yüzölçümünde olan koru, Paşa’nin ölümünden sonra varisleri arasında paylaşılmış, torunlarından Avukat Şevket Mocan korunun kendi hissesine düşen kısmını 1958’de belediyeye devretmiştir. Koru bir süre “Mocan Korusu” olarak da adlandırılmıştır. Daha sonra, İstanbul Belediyesi, peyderpey diğer hisseli yerleri de istimlâk ederek korunun büyük bölümüne, yaklaşık 16 hektarına sahip olmuştur. Bugün Fethi Paşa Korusu’ndan bir duvarla ayrılmış Üsküdar tarafında kalan ikinci büyük parsel, Paşalimanı Korusu veya Demirağ Korusu’dur. Bu bölüm, 10 hektar yüzölçümüne sahip olup, saha bakımlı ve daha iyi durumdadır.
Fethi Paşa Korusu 1960’tan 1980’lere kadar kendi haline terk edilmiş, ağaç ve çalıların üzerlerini, tepelerine kadar sarmaşık ve böğürtlenler sarmış; koru, içinde dolaşılmaz ve gezilmez hale gelmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 1985-1987 yılları arasında koruyu bakıma aldırmış, koru içi otomobil ve gezinti yolları, koşu parkurları, ışıklandırma, seyir yerleri ve kafeterya inşaatı, sulama ve içme suyu şebekesinin döşenmesi, telefonun çekilmesi ve binalara bağlanması, voleybol ve basketbol sahalarının tanzimi ve yapılması gibi işler, ihale yolu ile kısa sürede yaptırılmıştır.
Fethi Paşa Korusu, Büyükşehir Belediyesi Bahçeler Müdürlüğü’ne bağlıdır. Çevresi duvarlarla çevrilmiş olup, emniyet altına alınmıştır. İki servis kapısından birincisi Üsküdar-Kuzguncuk otobüs yoluna, diğeri ise tepede İcadiye Mahallesi’ne, Münir Ertegün Sokağı’na açılmaktadır. Koru içerisinde iki ahşap bina mevcut olup, yakın geçmişte oturulmaz duruma geldikleri için restore edilmişlerdir. Bu binalar İstanbul Büyükşehir Belediyesi Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı tarafından 1 Mart 1994’ten itibaren restaurant olarak halkımıza hizmet vermektedir.
Korunun sırta yakın, Boğaziçi’ne hâkim, geniş ufku olan bir düzlüğünde bulunan yıkılmış veya yanmış bir köşkün temelleri ile suları küçük bir tepeden aşağıya, blok taşlar arasından dolandırılarak akıtılan kaskatlı havuz ilginç yerlerdir. 1987’de havuz masraflı ve iddialı bir biçimde onarılmış ise de aslına uygun taş malzeme kullanılmadığı ve abartıldığı için restorasyon başarılı olamamıştır. Ancak daha sonra gerekli çalışmalar yapılarak 1995’te şelale ve çay bahçesi adıyla hizmete açılmıştır.
Koruda en çok görülen ağaç türleri; kermes meşesi, defne, akçakesmesi, sakız ağacı, erguvan ve gümüş ıhlamurdur. Bunlardan bir maki türü olan ve en fazla 4–5 m.’ye varan kesme meşesi bu koruda 16–18 m.’ye ulaşmıştır. Korunun yukarı kısımlarında, sırt ve düzlüklerde sıralar halinde dikilmiş kızılçamlar, fıstık çamları, sedirler ve giriş kapısının önündeki düzlük alanda yer alan sakız ağacı, büyük çap ve boylara ulaşmış anıtsal nitelikte ağaçlardır. Koruda ayrıca atkestanesi, saplı meşe, akdut, Trabzon hurması, yalancı akasya, dişbudak porsuk, her dem, yeşil kartopu, Japon taflanı, Japon kadife çamı da bulunmaktadır.
Fethi Paşa Korusu, eşşiz boğaz manzarası ve sahip olduğu zengin bitki örtüsü ve yenileme çalışmalarıyla faaliyete geçirilmiş mekânlarıyla Boğaziçi’nde ayrı bir önem arz ediyor. Korunun içinde, eşşiz zümrüt yeşilinin ardından boğazın derin mavi sularını seyre dalmak mükemmel bir duygudur. İstanbul’da ziyaret edilmesi gereken, ulaşımı kolay, doğal bir ortam… Şehrin taş yapılarının arasında kalmış bir oksijen deposu…
Fethi Paşa Sosyal Tesisleri İşletmeci Amiri İle Bir Röportaj
Röportajı Yapan: Münevver Sezgin
Röportaj Yapılan Kişi: Ramazan Açıkyıldız
Münevver Sezgin: Merhaba, bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Ramazan Açıkyıldız: Tabi, ismim Ramazan Açıkyıldız. Lise mezunuyum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde 1996 yılında göreve başladım. Başladığımız dönemlerdeki tabi kademe kademe okulumuz gereği Otelcilik ve Turizm Okulu mezunu olduğumuzdan dolayı, yetişmemizden dolayı sektöre geçtik ve bir kurum olarak da. Bu dönem içerisinde, 1996’dan bu yana çeşitli birimlerde görev yaptık. İlk start verdiğimiz başlangıçta 1996 yılında Fethi Paşa Sosyal Tesislerinde garson olarak görev yaptım ve burada daha sonra 1999 yılında şeflik olarak görev yaptım. 2000 yılında Beykoz Korusu Halkla İlişkileri’nde göreve başladım. Görevlendirilmek üzere… Oradan bilimum diğer, Küçükyalı Sosyal Tesisleri ve Gözdağı Sosyal Tesislerinde çalışaraktan 2007’nin Temmuz ayında da tekrardan Fethi Paşa Sosyal Tesisleri’nde İşletmeci Amir olarak görevlendirilmiş bulunmaktayım.
Münevver Sezgin: Teşekkür ederim. Kaç yıldır bu işletmede görev yapıyorsunuz?
Ramazan Açıkyıldız: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kurumu’nda 96 yılından bu yana bilfiil 11yıldır görev yapmaktayım.
Münevver Sezgin: Peki Fethi Paşa Korusu’nun bünyesindeki bu işletmenizin biraz öneminden bahseder misiniz? Korunun önemi ve İstanbul açısından ve işletmenizin de bu koru açısından öneminden bahseder misiniz?
Ramazan Açıkyıldız: Tabi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Fethi Paşa Sosyal Tesisleri ve Korusu olaraktan koru olarak bizim ayrıca koru olarak işletilmiş olmakta, ama korunun işletimi açısından, bakım ve onarımı İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Park ve Bahçeler Müdürlüğü tarafından yapılmaktadır. Restoran ve kafeterya işletmesini bizim bağlı bulunduğumuz Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı ve Sosyal İdari İşler Müdürlüğü tarafından yürütülmektedir. Ve korunun iki bağlı bulunduğu birim olmasından dolayı bizim bağlı bulunduğumuz birimler ise Park Bahçeler Müdürlüğü ile birlikte itinalı olarak, özverili olarak çalışaraktan bu güzel mekânları daha güzel hale getirmek açısından devam etmekteyiz. Koru, çok mozaik yapıdan dolayı mozaik bir ağaç topluluğuna sahiptir. Yani burada çok değişken ağaçlar vardır. Bunların korunması, belirli dönemlerde budama ve bakımlarının yapılması, Park Bahçeler Müdürlüğü tarafından yapılmaktadır. Ve bu koru içerisindeki mevcut olan alanlarda; spor alanları yürüyüş parkurları vardır. Buna bağlı daha değişik dinlenme ve piknik alanları, mesire alanları hazırlanması ve bunların bakımlarının yapılması… Tesisimiz İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde olmasından dolayı ve koruların bakım ve onarımının muntazam yapılmasından dolayı İstanbul’un bir Fethi Paşa Korusu olaraktan Kuzguncuk istikametine bağlı bulunan bölgedeki alan bir akciğeri gibi bir şekildedir yani. Buraların bakım ve önemini, ihtiyacının giderilmesi, dikkat edilmesi gereken hususlarda da… Şu andaki aşırı hava sıcaklıklarından dolayı da belirli noktalardaki, işte güvenlik edevatlarının yükseltilmesi, korunun belirli alanlarındaki su ihtiyacının karşılanması için bölgelerdeki yangın korumalarının yapılması, yerleştirilmesi gibi bu tür aktif çalışmalar sezon içerisinde başladı ve bunlarda bizim çalışmalarımızı daha aktif hale geldiğinden dolayı biz de rahat ediyoruz. Ama mozaik bir yapıyı korumak anlamında da zaman zaman zorlanmıyor değiliz.
Münevver Sezgin: Peki
ziyaretçileri kimler? Genelde bu işletmeniz açısından ele alalım, yılın hangi dönemleri daha yoğun çalışıyorsunuz?
Ramazan Açıkyıldız: İşletmemiz açısından gelen misafirlerimiz toplu, genelde çok mozaik bir yapıya sahip derken yerli ve yabancı, yani sektör olarak kabul edersek, turizm sektörü açısından kabul edersek yerli ve yabancı müşterilerimize hitap etmekteyiz. Bunun belli bir yüzde oranı; %80 oranı yerli müşterilerimize aittir. Bunun %20’si de diğer turist müşterilerimize ve diğer dışarıdan gelen, İstanbul’a gelen ziyaretçilerimize hitap etmektedir. Dönem yoğunluklarımız açısından Nisan ve Eylül aylarının, Ekim ayının dönemleri içerisinde aşırı derecede bir yoğunluk vardır. Bu yoğunluk esnasındaki bölgelerde en yoğun olan dönemleri Mayıs ayıyla Temmuz ayının sonlarına doğru yoğunlaşmaktadır. Ondan sonra bir rahatlama başlar. Kış aylarında tesisimiz biraz daha iç mekânları açık olduğundan dolayı, yoğunluk devam eder ama bir %60 oranında eksilme olduğu görülür kış sezonuna göre. Tabi ki bu da normal bir görüntü olduğundan dolayı… Şimdi tesisimizin açık olan kapasitesi 300 kişi restoran bölümünde, kafeteryada ise genel toplam oturma kapasitesi 550 kişidir. Kafeteryada servisimiz self servis olarak hizmet vermekte ve restorantımız ise tamamen beynelmilel hizmet vermektedir. Yani beynelmilel bir restoran olarak da görebiliriz. Hem uluslar arası hem de yerli ve Türk mutfağının sergilendiği bir mutfaktır genel olarak.
Münevver Sezgin: Peki yabancıların ilgisini çekmesi açısından, korulara ilginin çekilmesi açısından ne gibi faaliyetler yapılabilir sizce?
Ramazan Açıkyıldız: Koruların yabancı misafirlerin dikkatini çekmesi açısından derken şu örneği anımsatarak, örnek teşkil ederse, mesela şu bizim Çamlıca Tepesi’ni işte birisi geldiği zaman İstanbul olarak, İstanbul’a dışarıdan gelen Çamlıca Tepesi’ni görmeye geldiği zaman, gelen misafirleri Çamlıca Tepesi diye Nakkaştepe’ye getiren turlarımız da var. İşte bu turların, bu şekilde yaklaşan rehberlerin, organizatörlerimizin daha dikkatli davranması gerekir. Tabi ki nasıl olacak, daha dürüst bir yaklaşım, zamandan ve masraftan kaçmadan, Çamlıca’ysa Çamlıca’yı göstericekler, Fethipaşa’ysa Fethipaşa’yı göstermeleri gerekmektedir. Yani biz bunun sıkıntısını yaşadık mı, bizim ilgi alanımız gerçi değil ama biz bunları gördüğümüz zaman, bura Nakkaştepe bura Çamlıca diye hitap edip misafirlere anlattıkları zaman rehberler, biz orada fiilen rahatsızlık duymaktayız. Yani biz bunu bir İstanbullu olarak buradaki İstanbullu olarak düşündüğüm açısından ben rahatsız oluyorum. Yoksa bizim tesislerimizin herhangi bir reklâma ihtiyacı hiçbir zaman yok, ihtiyaç da yok zaten ama tabiî ki bunu da dürüstlük olarak medyanın ya da işletmeci turizm sektöründeki ajansların daha bağlayıcı yönde olmaları gerekmekte olduğunu düşünüyorum.
Münevver Sezgin: Teşekkür ederim.
Yukarıda sunduğumuz röportaj ışığında; yerli yabancı turistin korulara özellikle röportajını yaptığımız Fethipaşa Korusu’na ilginin büyük olduğunu görmekteyiz. Ziyaretçilerinin büyük bir çoğunluğunu İstanbul halkı oluşturmakta ancak yabancı turistlerin de ilgisinin çekilmesi noktasında, Fethipaşa Korusu’nun ve yakın civarındaki Çamlıca Tepesi’nin öneminin fark edildiğini görmekteyiz. Koru içindeki yolların, parkurların, spor alanlarının koruya ilginin çekilmesi noktasında önemi yadsınamaz. Ağaçların bakımı, güvenlik ve ışıklandırma gibi hususlarda gösterilen hassasiyet bu cennet mekânı vazgeçilmez kılmaktadır. Bünyesinde bulunan Sosyal Tesislerin hizmet verdiği kafeterya ve restoran güzel manzarası eşliğinde yemek yemeyi ya da keyifle bir şeyler içme kaçınılmaz kılıyor… Ancak her konuda olduğu gibi; tarihi, sosyal ve kültürel değerlerimizi tanıtma konusunda bilinçli ve dürüst davranmalıyız. İstanbul’un doğal zenginliklerini tanıtırken de aynı hassasiyeti göstermeliyiz. Bir metropolün içerisinde doğayla baş başa kalacağımız bu mekânları turizm sektörünün vazgeçilmez uğrak yerleri haline getirmeliyiz.
Park ve Bahçeler Müdürlüğü Şefi ile Bir Röportaj
Röportajı Yapan: Münevver Sezgin
Röportaj Yapılan Kişi: Nihat Şimşek
Münevver Sezgin: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Nihat Şimşek: Adım Nihat Şimşek. Orman Endüstri Mühendisiyim. Büyükşehir Belediyesi’nde 11 yıldan bu yana çalışmaktayım. Çeşitli şefliklerinde görev aldım. En son ki görevim de şu an için Fethipaşa ve diğer Büyük Çamlıca, Küçük Çamlıca, Hidiv ve Fethipaşa Korusu’ndan oluşan dört tane koruya bakmaktayım. Koru şefliği yapıyorum.
Münevver Sezgin: Boğazdaki koruları İstanbul açısından nasıl değerlendiriyorsunuz, yani önemi nedir sizce?
Nihat Şimşek: Evet. Boğazdaki koruların önemi hat safhada insanlar için. Özellikle, malum günümüzde sıcaklar bir hayli arttı. Iııııı küresel denge değişti ıııııııı iklim değişti ve insanlar artık sadece bir yeşil özlemi içerisinde sahil parklarına gidiyorlar ama özellikle gün içerisinde ııııııı serin bir ortamda gezme ihtiyaçları hat safhada. Bu serinliği de ancak ve ancak korularda bulmaktalar. Bu yüzden özellikle sahil parklarımız gece çok kalabalık, akşam saatlerinden sonra ve geceye kadar saat 12’ye kadar kalabalık olmakla birlikte korularımız gün içerisinde de özellikle çok kalabalık çekmekte.
Münevver Sezgin: Iıı ziyaretçileri kimler, yani genellikle koruyu kimler ziyaret ediyor ve yılın hangi daha yoğun oluyor?
Nihat Şimşek: Evet, koruların yılın özellikle tabi bahardan sonra baharla sonbahar, ilkbahar ve sonbahar ayları arasında çok aşırı yoğunluk içerisinde. Diğer sorunuz neydi?
Münevver Sezgin: Ziyaretçileri kimler yani…?
Nihat Şimşek: Ziyaretçileri özellikle başta sporcular. Özellikle fitness grubu oyun grubu koyduk. Sabahın saat altısından dokuza ona kadar bir kere sporcular hem yürüyüş yapmakta hem de fitness aletlerinden faydalanmakta. Ondan sonra, okul öğrencileri yoğun olarak geliyorlar. Yakın çevremizdeki komşularımız ve Üsküdar’dan özellikle Fethipaşa Korusu için Üsküdar’dan gençler ve yaşlılar…
Münevver Sezgin: Peki Boğaziçi’ndeki koruların sayısı artırılmalı mı yani bunun için neler yapılabilir?
Nihat Şimşek: Boğaziçi’ndeki koruların sayısı sınırlı, fakat artık bu aşamadan sonra koru inşa edilmesi bana çok zor geliyor. Çünkü bir korunun oluşabilmesi için nereden baksanız 100 yıl geçmesi lazım. Yani burası tarihi bir koru ve buradaki ağaçlarımızın ortalama ömürleri 70–80 yılı bulmakta yeni dikilenler hariç. Ve dolayısıyla koru yapılması bu aşamadan sonra bana zor geliyor, artı özellikle boğaz bakısında bir yani alana yeşil alana, alan katmak son derece zor zaten. Olan yerler kimisi özel koru içerisinde özel kişilere hitap etmekte, mesela Fethipaşa Korusu’nun da belli bir kısmı özel şahsa ait, yarıdan kesilmiş vaziyette, yarısı vatandaşa açık. Ki zor yani bu aşamadan sonra tekrar boğaz görünümünde koru oluşturulması zor.
Münevver
Sezgin: Peki İstanbul için koruların vazgeçilmez bir unsur olması için ne gibi faaliyetler yapılabilir, yani korular bünyesinde?
Nihat Şimşek: Zaten vazgeçilmez korular bir kere…
Münevver Sezgin: Evet, kesinlikle…
Nihat Şimşek: Özellikle vatandaş bu gözle bakıyor. Fakat daha iyi daha iyi olması bir Avrupa’daki korularla kıyaslanırsa bizim korularımızda özellikle bakımsız olanlar çok fazla. Zaman içerisinde koru bakımları yapılması lazımken bunlar yapılmamış, belli periyotlar içerisinde korularda bakım, aralama, kesimleri yapılmamış, çok karmaşık bir hal almış, kimi dönemlerde içerilerine sadece tinercilerin, balicilerin ve kötü niyetli insanların girdiği alanlar olmuş ve normal vatandaş aynı zamanda böyle bir ailenin gireceği yerlerin çok çok dışına çıkılmış halde. Ama son zamanlarda özellikle korularımızın içinde güvenlik firmasıyla beraber güvenliğimizi sağlamaktayız. Büyükşehir Belediyesi olarak ve şu an için vatandaşlar için son derece emin, gezilmesi rahat ama tabi bu demek değildir ki yine yapılması gereken çok işimiz var. Öyle…
Münevver Sezgin: Evet. Teşekkür ederim.
Nihat Şimşek: Rica ederim.
Yukarıda Park ve Bahçeler Müdürlüğü yetkilisi Orman Endüstri Mühendisi Nihat Bey’in ifadelerinden anlaşılacağı üzere, Fethipaşa korusu İstanbul halkı tarafından oldukça sık ziyaret edilen yerler arasında yer almaktadır. Fitmess aletleri ve yürüyüş parkurları nedeniyle sporcuların ziyaret ettikleri bir mekândır. Tabii bunda özellikle son yıllarda yapılan bakımların ve alınan güvenlik önlemlerinin önemi yadsınamaz. Park ve Bahçeler Müdürlüğü yakın bir zamana kadar sahipsiz sanılan bu yerleri İstanbul halkına soluk alınabilir mekânlar olarak sunmaktadır. Böylece hem tarihi hem de doğal mirasımız olan bu tarihi korular, milli zenginliklerimiz içerisine kazandırılmaktadır.
Fethipaşa’nın asırlık ağacının gölgesinde insanlar
EMİRGAN KORUSU – KORUNUN TARİHÇESİ
Emirgan’ın kuzeybatısındaki yamaçlar ve sırt üzerinde yer alan koruluk Emirgan Korusu’dur. Osmanlılardan önce, Bizanslılar döneminde Baltalimanı’ndan İstinye Koyu’na kadar uzanan bu arazi parçası büyük bir servi ormanı halinde idi ve yöre “Servili Orman” (Kyparades) ismi ile ün yapmıştı. Osmanlı döneminde de el sürülmemiş, boş bir miri arazi olan Emirgan çevresi, 16. yüzyılın ortasında Nişancı Feridun Bey’e verilmiş, burası bir süre “Feridun Bağçesi”, “Feridun Paşa Bağçesi” diye anılmıştır. IV. Murat 1635’te bu bahçeyi Emirguneoğlu Tahmasb Kulu Han’a vermiştir. Bu tarihten sonra burası “Emirgune Bağçesi” , “Mirgun Bağçesi” veya sadece “Mirgun” diye anılmış, giderek halk ağzında dilden dile değişikliğe uğrayarak “Emirgan”a dönüşmüştür.
19. yüzyılın ikinci yarısında Abdülaziz, Emirgune Köyü’nün gerisindeki büyük arazi parçası ile koruluğu Mısır Hıdivi İsmail Paşa’ya vermiş; hıdiv, kıyıdaki büyük ahşap saraydan başka, sarayın arka bahçesi durumunda olan korulukta birbirinden güzel ve zarif 3 köşk yaptırmış, bunların yakın çevresini de, çok güzel bir park halinde tanzim ettirmiştir. Yüksek duvarlarla çevrili olan koruluk 472.000 metrekaredir.
Koru, İsmail Paşa’nın ölümünden sonra veresesinden Satvet Lütfi Tozan’ın mülkiyetine geçmiş; bir müddet sonra da İstanbul Belediyesi tarafından satın alınmış ve 1943’te halka açılmıştır.
Korudan Boğaziçi’nin görünümü çok güzeldir, tepeye yakın yerde birbiriyle bağlantılı iki gölet, iki su aynası vardır; göletlerin üst kenarında kaskad-grottolar (sünger taklidi dondurma taş) yükselir. Küçük patika, merdivenler ve köprülerle mağaraya girip çıkılır. Koruda hıdivden kalma 3 bina vardır. Bunlardan “Sarı Köşk” şale üslubundadır; 1954’te yangın geçiren köşk onarılmıştır. Ancak tamamı 1979’da Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nca restore edilerek bir katı ve bahçesi kafe olarak açılmıştır. İkinci yapı olan “Pembe Köşk” korudaki yapıların en eskisidir ve klasik Türk evi stilindedir. Bu yapı da 1982’de restore edilmiş, alt katı Türk üslubunda kafe, üst katı Boğaziçi Müze-Evi ve Boğaziçi Kitaplığı olarak halka açılmıştır. Üçüncü yapı, neoklasik üslupta masif bir bina olan “Beyaz Köşk”’tür. Bu bina da Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu tarafından restore edilmiş, salonları ile büyük hacimli odaları, klasik müzik icra edilen bir kompleks haline dönüştürülmüştür.
Binaların ve göletlerin çevresi ile koruya dikilen ağaç ve çalı türlerinin sayısı 120’den fazladır. Koru içindeki parkların düzenlenmesinde, yapıcısının etkisi ve zamanın modasıyla Avrupa stili az da olsa görülmektedir. Romantik İngiliz bahçe anlayışı da girmiştir.
Kozalaklı ve iğne yapraklılardan fıstıkçamı, kızılçam, Halep çamı, ağlayan çam, Veymut çamı, sahil çamı, Avrupa ladini, mavi ladin, konik ladin, Lübnan sediri, mavi Atlas sediri, Himalaya sediri, yalancıservi, Japon kadifeçamı, Arizona mavi servisi, kokulu servi, porsuk, Doğu mazısı, geniş yapraklı ağaçlardan da çınar yapraklı Akçaağaç, dişbudak yapraklı Akçaağaç, dağ akçaağacı, Japon akçaağacı, atkestanesi, gülibrişim, adi gürgen, katalpa, çitlembik, mahlep, erguvan, fındık, kırmızı yapraklı Avrupa kayını, sivri meyveli dişbudak, çiçekli dişbudak, sabunağacı, sarısalkım, morsalkım, karayemiş, defne, kurtbağrı, yaprağını döken manolyalar (saray
laleleri), beyaz çiçekli her dem yeşil manolya, alevağacı, ateşdikeni, alıç (geyikdikeni), dağ muşmulası, malta eriği, akkavak, yabani kiraz, yalancıakasya, keçisöğüdü, zakkum, salkımsöğüt, gümüşi ıhlamur, Londra çınarı, Macar meşesi, saplı meşe, pırnal meşesi, kermes meşesi koruda oldukça sık ve bol rastlananağaç ve çalı türleridir. Ayrıca İstanbul park ve bahçelerinde, korularında pek az rastlanan türlerden Japon meşesi, Kolorado gümüşi göknarı, Çin mabetağacı, kaymakağacı, Kaliforniya susediri, sahil sekoyası ile kâfur ağacı bu koruda görülebilmektedir.
İstanbul Belediyesi her yıl mayıs ayında koru içinde bir “Lale Bayramı” düzenlemekteydi. İlk defa 1960’ta gerçekleştirilen bu bayram, laleciliğigeliştirmek ve lale yetiştiriciliğini teşvik etmek amacını gütmektedir. Bugün bu bayram “Lale Festivali” adı altında nisan ayında gerçekleştirilmektedir. “Uluslararası Lale Festivali”nin bu yıl 3.sü düzenlendi.
Koru, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne bağlı bir şeflik tarafından idare edilmektedir.
Park ve Bahçeler Müdürlüğü Emirgan Şefliği İle Bir Röportaj
Röportajı Yapan: Münevver Sezgin
Röportaj Yapılan Kişi: Ömer Çebi
Münevver Sezgin: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Ömer Çebi: Merhaba, ben Ömer Çebi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü Emirgan Koru Şefiyim. Ziraat Yüksek Mühendisiyim. 97 yılında Büyükşehir Belediyesi’nde memur olarak işe başladım. 7 yıldır da Park Bahçeler Müdürlüğü’nde çalışıyorum. Emirgan Koru Şefliği’nde yaklaşık 5 yıldır görev yapmaktayım. Bu kadar yeterli herhalde, zannediyorum.
Münevver Sezgin: Tabi. Boğaz’daki koruları İstanbul açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Önemi nedir sizce?
Ömer Çebi: Yani korular aslında İstanbul’un akciğeri. Yeşil alanları İstanbul’un, piknik alanları İstanbul’un genel görünüm itibariyle artı bir de oksijen deposu oluşuyla İstanbul’un vazgeçilmezi bence korular. İstanbul’un nadir yeşil kalan kısımları aynı zamanda.
Münevver Sezgin: Peki Emirgan Korusu’nun öneminden bize bahseder misiniz, yani kimler tercih ediyor, yılın hangi dönemleri daha yoğun?
Ömer Çebi: Şimdi Emirgan Korusu lalesiyle ünlü bir koru. Biliyorsunuz tarihten beri lale festivalleri Emirgan Korusu’nda yapılmakta. İşte 1950’li yıllardan itibaren, işte ne biliyim 2000, 2500, 3000 yıllara göre artarak 5000, 10,000 şeklinde sayı adediyle Emirgan’da lale festivali yapılmaktaydı. Ben 2004 senesinde geldiğimde Emirgan’a 35,000 lale dikilmişti ben geldiğimde. Biz bir yıl sonra 65,000 lale diktik. Daha sonra 135,000 , bir yıl sonra 600,000 , 1,200,000 ve bu yıl 2,300,000 adet lale diktik Emirgan’a. Bilmiyorum geldiniz mi Emirgan’a lale zamanı?
Münevver Sezgin: Hayır, gelme şansım olmadı.
Ömer Çebi: İstanbul’da lale hep dikiliyor ama Emirgan’daki gibi güzel olmuyor.
Münevver Sezgin: Evet.
Ömer Çebi: Tabi yurtdışındaki örneklerini görenler söylüyorlar. Biz de gezdik yurtdışını, işte ne bileyim Hollanda’yı, işte bundan yaklaşık 3 hafta önce. Romanya’da lale festivaline gittik. Orada Piteşti Belediyesi 31 yıldan bari lale festivali yapıyor. Büyükşehir Belediyesi olarak biz de onlara 5000 adet lale göndermiştik. Onlar da bizi davet ettiler. İşte gördük, işte Piteşti ufak bir şehir, b,r caddesinde işte 50–60 bin tane lale ile festival yapıyorlar ve çok büyük çaplı festival yapıyorlar. Lale yok ama festivali var. İşte bütün Avrupa’dan hatta Uzak Doğu’dan delegasyonları çağırıyorlar. Ülkenin tanıtımını yapmak, lalenin tanıtımını yapmak için. Biz de davetli olarak gittik. İşte bizim eksiğimizi biz orada gördük yani biz lale dikiyoruz sokaklarımıza, korularımıza fakat tanıtımını yapamıyoruz. Lale bize özgü bi şey yani Osmanlı’dan itibaren hatta Romanya’da işte oranın belediye başkanı ile bizim müdür bir sohbetinde şöyle bir karara vardılar: “Bu lale siz ait.” dediler. “Bunun tanıtımını siz yapın, biz de sahip çıkalım ve dünyaya anlatalım.” Dediler. Gelecek yıl da onları biz Emirgan’a davet ettik, onlar da gelecekler. Zaten biliyorsunuz Japonya, Hollanda ve Türkiye lale ile ilgili ortak çalışma yapan üç ülke. Birisi de biziz bu konuda. İşte Kanada’da da yapılyor lale festivali. Belki biraz konunun dışına çıktık laleye döndük korulardan ama Emirgan için lale çok önemli.
Münevver Sezgin: Evet.
Ömer Çebi: Fakat tanıtım yapamıyoruz. Uluslar arası davetler, tanıtımlar çok zayıf onu gördük. Yani iyi bir tanıtım yapabilirsek belki de sizlere de üniversite olarak katkıda bulunabilirsiniz buna. Belki daha iyi tanıtabiliriz ama şunu da söyliyeyim lale dönemi Emirgan’a giriş yapmakta çok sıkıntı. Çünkü halk bu işe çok gönül verdi, laleyi seviyor. Sabah saat 9’dan itibaren trafik kilitleniyor taa Ortaköy’den işte ne biliyim Emirgan’a kadar sahilde trafik felç oluyor. İşte bunun önlemini almak önemli. Emirgan kaldırmıyor yani, 440 dönüm bir alan Emirgan Korusu. Fakat normalde de zaten kalabalık bir koru. Bir de bunun tanıtımını yaparsak işte bu sefer nasıl yapacağız, yani bu insanları burada nasıl ağırlayacağız, öyle bir sıkıntı oluşabilir. Yani Emirgan’ı ülke tanıyor, fakat yurtdışında tanıtımı yok. Bunu da artık nasıl yapabiliriz düşünmek lazım, tartışmak lazım.
Münevver Sezgin: İşte biz de bunun için uğraşıyoruz zaten. Biz okul olarak İstanbul’daki unsurları tanıtmak adına, ben de bunun için uğraşıyorum şu anda da. Korularımızın tanıtılması adına, çünkü turistler birçok unsuru biliyorlar, tarihi değerleri biliyorlar ama bu tür yerleri bilmiyorlar. Mesela onları yurtdışındaki parkları bile, park diye nitelendirdikleri yerler bile çok geniş yeşil alana sahip, çok ne bileyim günlerinin boş vakitlerini değerlendirebilicekleri yerler olarak kullanıyorlar ve yani bizde de bu hale gelsin onlar biim ülkemize geldiklerinde İstanbul’da bu tür faaliyetlere katılabilsinler istiyorum. Dediğiniz gibi festivallerin önemi büyük o halde.
Ömer Çebi: Evet.
Münevver Sezgin: Koruların tanıtımı açısından, diğer korularda da bu tür festivaller yapılabilir yani…
Ömer Çebi: Şimdi biz korularda mangalı yasakladık. Toplu piknikleri yasakladık yani büyük derneklere burada daha önce burada piknik yapmaları amaçlı izin veriyorduk. Daha sonra bunu kaldırdık buna rağmen aşırı bir yoğunluk var. İşte koruların kullanım açısı özellikle Nisan ayında lale festivaliyle, Mayıstan sonra da işte Haziran’ın okul bitene kadar, okullar tarafından çok ziyaret ediliyor. Okullar kapandıktan sonra da işte normal piknikçiler tarafından kullanılıyor. Kışın fazla bir misafiri yok Emirgan’ın. Kışın belki kışa yönelik aktiviteler olabilir. Ona dönük bir çalışma yapabiliriz. Geçen yıl 50’ye yakın dünya metropol belediye başkanlarını Emirgan’da ağırladık. Oradan ilginç bir anektot anlatmak istiyorum size: Bir Japon Bahçesi işte biliyorsunuz Baltalimanı’nda bi Japon Bahçesi var. Japonya’nın Şimonasiki
Belediyesi tarafından yapıldı ve geçen yıl Şimonasiki Belediye Başkanı Japon Bahçesini ziyaret ettiğinde bizim müdürümüze dedi ki: “Böyle bir park Avrupa’da yok.” Dedi. Çok güzel, dedi yapmışız yapmışsınız, beraber yaptık. Müdür Bey oradan aldı onu Emirgan’a götürdü, lale döneminde adam büyülendi adeta. Dedi ki: “Böyle bir park değil Avrupa’da, dünyada yok.” Dedi. Böyle güzelliği biz tanıtamıyoruz. Uluslararası bir eksikliğimiz var tanıtım açısından. Belki biz bunu ilerleyen dönemlerde daha iyi tanıtabiliriz diye düşünüyorum.
Münevver Sezgin: Teşekkür ederim.
Ömer Çebi: Rica ederim.
Münevver Sezgin: Peki sizce bu koruların sayısı artırılmalı mı, mevcut koruların sayısı yeterli mi Boğaziçi’ndeki?
Ömer Çebi: Şimdi, koruları artırmak öyle ha deyince olacak şeyler değil. Zaten yapılaşmanın olduğu bir yeri yıkıp da oraya bir koru yapalım diyerek yapamazsınız. Mevcut olanları korumakla ancak olur. Koruda, boğaz kenarında belli başlı özel korular da var. Yani vatandaşın özel mülkiyeti korular da var. Onları nasıl halka açabilirsiniz, açamazsınız. Büyükşehir Belediyesi kent ormanları yapıyor. Bu boğaz kenarında olmayabilir ama işte Kayabaşı’nda işte Sarıgazi-Taşdelen bölgesinde yeni yeni Orman Bakanlığı’ndan orman şeysini yitirmiş, yeni piknik alanları kent ormanları oluşturuyor. Bununla ilgili basında baya bi yer aldı. Zannediyorumsiz de duymuşsunuzdur.
Münevver Sezgin: Teşekkür ediyorum, ilgilendiğiniz için.
Ömer Çebi: Rica ederim, ben teşekkür ederrim.
Emirgan Korusu’ndan bir manzara.
Emirgan Korusu’nun göletlerinden bir görünüş.
Emirgan Korusu’nun yürüyüş yollarından bir tanesi.
Eski zaman bahçeleri
26 Ekim 1999 Salı
Okşan ÖZFERENDECİ
Bir zamanlar şehir baştanbaşa bahçeydi.
O bahçelerden geriye çok azı kaldı: Fethipaşa, Mihrabad, Yıldız ve Emirgan koruları gibi. Wolkwagen Magazin dergisinde yer alan haberi yayımlıyoruz.
Kentin içindesiniz… ‘‘Yaprak kıpırdamıyor’’ denen bir yaz günüyse, tazecik çam kozalaklarının sıcakta kavruluşlarının sesini duyarsınız; çıtırdarlar. Mevsim sonbaharsa rengârenk yapraklar toprağı örter, ayaklarınızın altında hışırdarlar. Karlı bir kış günü, durup sessizliğin sesini dinleyebilirsiniz. İlkbaharda kuş cıvıltılarına kulak verip doğanın tazelenişine tanıklık edebilirsiniz; evet, kentin içinde! Çünkü etrafı yüksek duvarlarla çevrili korular, kentin vahalarıdır. Çünkü burası İstanbul’dur ve değil asırlar öncesinde, 1930’lu yıllarda bile bahçesiz evin olmadığı bu şehirde, gün içinde ıhlamurlarla, akçaağaçlarla, göknarlar, serviler, erguvanlar, çitlembiklerle sarılıp sarmalanmak isteyenlerin tek şansıdır korular.
Dünyanın en ünlü mimar ve kent planlamacılarından biri; İsviçreli Le Corbusier, 1920’li yıllarda ziyaret ettiği İstanbul için ‘‘bahçe-şehir’’ tanımlamasını yapmış. Yalnız o mu? Bir zamanlar bu şehre ‘‘bakan’’, bu şehri ‘‘gören’’ herkes aynı kanıdaymış. ‘‘Yeni İstanbul’’ gazetesinin 1968 yılında verdiği ‘‘Tarihi İstanbul’’ ekinde şöyle yazıyor: ‘‘Günümüzde olduğu gibi beton yığınlarıyla dolu olmayan eski İstanbul’un en göze çarpan yanı, bahçeler ve mesireler şehri olması, yapılan konutların tabiatın bütünlüğünü hiçbir şekilde bozmaması idi. Bilakis, yalı olsun kasır olsun tabiatın içinde eriyecek, onu tamamlayacak şekilde inşa edilirdi.’’
Şimdi biz en iyisi kuş olup uçalım, İstanbul’un dört bir yanına dağılmış korularda soluklana soluklana yeşile doyuralım gözlerimizi…
Çubuklu’da bülbüller
Kanlıca tepelerinde ‘‘büyük çiçekli herdemyeşil Manolya’’ya konalım önce… Çubuklu’dayız. Bir zamanlar ilkbaharda ‘‘zevk ehli’’nin kayıklarla meşhur bülbüllerini dinlemeye geldiği Çubuklu Korusu’nda hâlâ bülbüller var. Nisan ve mayıs aylarında, erkek bülbüllerin dişilere serenadını dinleyebilirsiniz. İsterseniz Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın yaptırdığı kasrın hikâyesini de anlatırlar size: Binanın planları hazırlanırken Paşa, Eyfel’e nazire olarak 304 basamak yüksekliğinde bir kule istemiş. Gelgelelim devrin hafiyeleri durumu Sultan II. Abdülhamit’e jurnallemişler. ‘‘Şehirde cami minarelerinden daha yüksek bir kulenin inşaasının İslam âlemini gücendirebileceğini’’ söyleyen Hünkâr, 152 basamakla yetinilmesini istemiş, dediği gibi de olmuş. Bir zamanlar padışahların av mahalli olan ve 1930’lara kadar Hidiv’in ailesinin kullandığı bu kızılcık ağaçlarıyla meşhur korunun güney yamaçları inşaata açılmış. Bugün korunun doğal karakteri bozulmuşsa da hem karşı kıyıdan bakması, hem içinde olması büyük keyif.
Kanlıca’ya kanat çırpıyoruz sonra… Adını, şimdi yıkılmış olan Mihrábád Kasrı’ndan alan ve artık sahibi Orman Bakanlığı olan bu koruda defne rayihasını içimize çekip ayrılıveriyoruz hemen. Oysa burada anıtsal boyuta ulaşmış serviler ve halka açık rekreasyon alanları var.
Pırlanta zarlar Anadoluhisarı’nda konaklamıyoruz: 1699’da inşa edilen, Boğaziçi’nin en eski yalısı; Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın arkasındaki korunun keyfini ‘‘kuşbakışı’’ çıkarıp Kandilli tepelerine yöneliyoruz. İçinde geniş açık alanlar olan Cemil Filmer Korusu’nda değil de, Akıntı Burnu’nun sırtındaki düzlükte II. Mahmud’un kızı Adile Sultan için yaptırdığı sarayın içinde yer aldığı koruda
soluklanıyoruz. Uğrayacağımız bu kadar çok yer olmasa, Beykoz Kasrı’nın koruluğundaki nadide Zekkova crenata’nın ya da anıtsal niteliğe ulaşmış Himalaya sedirlerinin dallarından başlardık hikâyeyi anlatmaya. Sahilin ta öte ucundan yani… Ama Beykoz Abraham Paşa Korusu’nun hikâyesine değinmeden geçmemeli. Kendisine paşalık rütbesi vermesine duyduğu şükranla Sultan Abdülaziz’e hediye ettiği pırlanta zarlı, fildişi ve zümrütlü tavlayla başlıyor hikâye. Dostlukları ilerliyor ve Abraham Paşa, Beykoz kazasında Rıdvan deresine kadar olan sahadaki çiftlikleri birer birer tavlada kazanıyor.
Evvel eski, ne Çin bahçesi gibi doğayı taklit eden, ne de Fransız bahçesi gibi geometrik çizgiler taşıyan; güzellikle faydayı bir arada düşünen bir tarzda oluşturulmuş Türk bahçeleri… Boğaziçi’ne bakan vadilerde sunilik yaratılmaz, setler ve sofralar oluşturulur, gölge veren ağaçlar, meyve ağaçları, köprüler, patika yollar, sarmaşıklı, salkımlı çardaklar, tek renk öbeklenerek halılar kadar güzel motifler oluşturan çiçekler, kokusu için gül, karanfil, şebboy vs. ve en önemlisi su! Sesi ve serinliği için su, Türk bahçelerinin olmazsa olmaz parçası olmuş hep: Havuzlar, çeşmeler, fıskiyeler, ağzından su akan aslanlar, sel-sebiller…. Ama Abraham Paşa, Fransız bahçe mimarı Fove’ye düzenletmiş bahçesini… Hayvan parkları, havuzlar, başka iklimlerden gelme ağaç, çiçek ve kuşlar, hatta gölü andıran havuzun etrafındaki suni bir sazlığa kadar, bambaşka bir bahçe yaratılmış burada bir zamanlar. Ama yolumuz çok uzun, sözü uzatmayalım. Artık ne Vaniköy Rasathane Korusu’na uğrayacak vakit kaldı ne de aynı semtteki Eski Papaz Korusu’na… Halbuki korunun arkasındaki havası ve manzarasıyla pek tanınan İcadiye tepesine uçacaktık birlikte…
Kuzguncuk’ta Fethi Paşa Korusu’nun 1960’tan 80’lere kadar çalılar, böğürtlenlerle sarılmış, gezilemez hale geldiğini, sonra da koşu parkurları, spor sahaları, kafeterya, oto ve gezinti yollarıyla ‘‘mamur’’ hale gelmekle birlikte, korunun Boğaziçi’ne hakim tepesinden aşağı blok taşlar arasından dolandırılarak akıtılan kaskatlı havuzun 1987’de gördüğü ‘‘restorasyon’’ sonrası ilginç olmaktan çıktığını söylemeli ve Anadolu yakasını terk edip suyun öteki yanına geçmeli artık.
400 yaşındalar
Beşiktaş’ta, Yıldız Korusu’ndayız şimdi. Aslında Çırağan Sarayı’nın kara tarafındaki korusu imiş buralar… III. Selim hayran olduğu koruya annesi Mihrişah Sultan için kasır yaptırıp adını da ‘‘Yıldız’’ koymuş. Yüksek duvarlarla çevrilip emniyetinin sağlanışı ise II. Abdülhamit zamanında… Çoğu egzotik 120’den fazla ağaç ve çalı türü var burada. Ama asıl önemlisi içlerinden bazılarının 400 yaşında olması. Havuzlarında ise vaktiyle kuğu, kaz ve rengârenk ördekler gezer, sandal gezintileri yapılırmış.
Ortaköy-Kuruçeşme arasındaki Naile Sultan Korusu’nda iki katlı köşk ve villalar var artık. II. Abdülhamit’in kızı Naile Sultan’ın görkemli köşkü ise restore edilmiş durumda. Unutmadan… Evet, orada hâlâ manolya ağaçları var. Abdülmecit’in torunu Naciye Sultan’ın adını taşıyan koruda da şimdi pek çok iki katlı köşk var ama artık anıtsal boyutlara erişmiş yaşlı sakızağacı ve yaşlı alevağacı hâlâ orada.
Şeyhülislam Cemaleddin Efendi Korusu Kuruçeşme’de Vakıf Korusu’nun hemen bitişiğinde. Korunun Kuruçeşme tarafındaki büyük giriş kapısının solunda, ön cephe taşının üstünde tuğra ve eski Türkçe kabartma yazılar bulunan süslü ve görkemli bir kuru çeşme varmış, biz görmedik, görüp anlatanların yalancısıyız. Fransız Yetimhanesi Korusu’nun 1900’lü yılların başında çilek tarlaları satın alınarak genişletildiğini biliyor muydunuz? Bu koru aslında Bebek sırtlarındaki Kortel, İpar korularının bir devamı; gümüşi ıhlamurlar, kestaneler, dişbudaklar, sakızağaçları, karaağaçlar, yaşlı serviler…
Bugün Boğaziçi Üniversitesi Korusu olarak bilinen 23 hektarlık alan, 17. yüzyılda Kaptan-ı Derya deli Hüseyin Paşa Bağı olarak bilinirmiş. Biz Amerikan orijinli dev sahil sekoyası Duglaz Göknarı’nın tepesinden etrafa bakınıyor ve sonra yolumuza devam ediyoruz. Asıl molayı Emirgán Korusu’nda vereceğiz çünkü…
(…) 1960’lardan bu yana koruda düzenlenen ‘‘lale bayramı’’, ‘ödenek yokluğundan’’ geçtiğimiz mayıs ayında gerçekleştirilemedi. Ama ne gam, biz zaten görkemli çınarları için gelmiştik Emirgan korusu’na. Kimi zaman klasik müzik konserleri izleme ve her zaman çay, kahve keyifleri yapma imkânı veren Sarı, Pembe ve Beyaz köşklerinin çatıları üzerinden bir uçuşla sünger taklidi taşla yapılmış büyük havuz ile üst kenarındaki grotto’ların (suni mağara) koruyu nasıl da süslediğini görüp buradan da ayrılıyoruz.
Tarabya’daki sahil yolunda beyaz çiçekli bir atkestanesine konalım önce; burası Fransa Elçiliği Korusu. İstesek, az berideki İngiltere Elçiliği Korusu’nun acemdutuna da konardık. Biraz ileride de Alman Elçiliği’nin korusundaki I. Dünya Savaşı şehitleri için yaptırılan mezardaki anıtsal büyüklükteki fıstıkçamları… Bu yol boyu Huber Korusu, İspanya, Rusya elçilikleri koruları, Ayazağa Korusu -ki içinde eşsiz dişbudaklar var- bize kona göçe bu Boğaziçi korular seyahatini tamamlama imkânı veriyor. Dahası da yok değil ama ‘‘kuş uçuşu’’yla bile dünyanın en eski yerleşim alanlarından ve en büyük şehirlerinden birini bir solukta gezmenin imkânı yok ki…
Zaman Gazetesi,9 Mart 2001
Tarihî korular kimliğine kavuşuyor
İstanbul’da tarihi niteliği olan ve pek çoğu 1. derece SİT alanı içinde yer alan 13 koru, tarihi kimliğine uygun olarak yeniden düzenleniyor.
Konuyla ilgili bilgi veren İstanbul Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürü Faruk Anılsın, yaklaşık 100 ile 500 yıllık geçmişe sahip olan tarihi koruların, kurulduğu tarihten bugüne kadar ne geliştirme ve güzelleştirme planlarının yapıldığını, ne de ağaç ve bitkilerine müdahale noktasında bir bilimsel plan hazırlandığını söyledi. Koruların bakım ve korunmaya ihtiyaç duyduğunu ve her ağaç türüne ayrı bir bakım gerektiğini dile getiren Anılsın, “Ancak korular bugüne kadar tabiata salınarak korunmamış ve zamanla amacının dışına çıkmıştır” dedi.
Bu koruları yeniden düzenleme çalışmalarına başladıklarını kaydeden Anılsın, “Hacı Osman, Çubuklu, Büyük Çamlıca, Osmangazi, Atatürk, Beykoz, Küçük Çamlıca, Fethipaşa, Harem, Yıldız, Emirgan, Hidiv ve Gülhane korularının iklim, hava, toprak şartlarına uygun türlerle tesis edilmesi, yangına hassas olan türlerin, yangına daha az hassas türlerle değiştirilmesi gibi çalışmalar yapılacak. Bunların planları, İÜ Orman Fakültesi tarafından yapılıyor” dedi. Özellikle Yıldız Korusu’nun otopark amaçlı kullanıldığına dikkat çeken Anılsın, “Bu nedenle koruya temiz hava almak ve spor yapmak için gelenler, yoğun araba trafiği nedeniyle yararlanamıyor. Zaman ayarlı ücret uygulaması buna engel olacak” dedi.
SONSÖZ
Korular, yaşamımız için oksijen kaynağı, ülkemizin akciğerleri durumundadır. Türkiye’nin tarihi, kültürel, ekonomik, sosyal vb. tüm değerleri noktasında, en büyük kenti İstanbul’un akciğerleri de Boğaziçindeki korularıdır. Kent yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan Boğaziçi Koruları benzersiz ağaç ve bitki çeşidi ile
İstanbul’un nefes almasını sağlamaktadır. Kentin yüzlerce yıllık tarihine şahitlik eden, Osmanlı hanedanının av, dinlenme ve gezi alanı olan İstanbul koruları, bugün de barındırdıkları tarihi yapılar, yüzlerce nadir bitki türleri, gezi ve spor alanlarıyla İstanbullulara rahat bir nefes alabilme imkânı sağlamaktadır. Mehmet Fuat Köprülü “Vatan” adlı şiirinde vatanımızla ilgili unsurlardan bahsederken korulardan da bahsetmeden edememiştir.
Göklere ulaşan ak saçlı dağlar,
“Vatan, vatan” diye seslenir bana!
Koynu tombul tombul salkımlı bağlar,
“Vatan, vatan” diye seslenir bana!
Taştan taşa seken kıpırdak sular,
Bağrı fırtınalı yeşil korular,
Destanlar yaratan şanlı ordular,
“Vatan, vatan” diye seslenir bana
…
Geçmişten günümüze Türklerde ağaç ve yeşillik sevgisi, çevre bilinci oldukça gelişmiştir. Osmanlı dönemindeki ağaca verilen önemin kaçıklık ve delilik olarak nitelendirilmesi bunun en büyük göstergesidir. Dönemi itibarı ile uygulanan hükümlerin içerikleri ve uygulanan cezalar da bunun kanıtıdır. Eğer hala İstanbul’un güzelliklerini taşıyan korularımız varsa bunlar ecdadımızın tesis ettiği vakıfların korularıdır. Yoksa hoyrat bir şekilde tahribata bırakılıp yerlerine beton binalar dikilse İstanbul ve de diğer şehirlerimiz yaşanmaz hale gelecekti. Yıldırım Beyazıd’ın Ankara’daki harp alanı o dönemde ormanlıktı, bugün ise aynı ormanlar yerini bozkıra bırakmıştır. Yine Konya çevresi, Sultan Alaeddin zamanında ormanlıkken bugün o çevrede bir dikili ağaç bile kalmamıştır.
Ağaç ve yeşillik, dolayısıyla koru ve orman sevgisinin olmadığı bir yerde insanların medeniyet seviyesine ulaşmaları ve kültürlerini korumaları imkansızdır. Ağaç hem yeşilliğim hem de güzelliği ile insanlığın dostu ve en büyük yardımcısıdır. Eğer ağaçlarımız ve ormanlarımız olmasa, havadaki karbondioksitin temizlenmesi ve yeniden nefes alacak oksijenin elde edilmesi mümkün değildir. O nedenle balta vurduğumuz her ağaç, kestiğimiz her yaş, “bir baş” demektir… Bu gelecek neslimizin istikbali demektir. Bu sebeple ağaçlarımıza ecdadımızın verdiği temkinle yaklaşmak ve onları korumak mecburiyetindeyiz. Büyük destanımızı yazan, Türklerin atası Dede Korkut, her hikâyesinin sonunda Bayındır Han’a şöyle dua ediyor:
“Dua edeyim Han’ım!..Karlı kara dağların yıkılmasın…Gölgeli büyük ağacın kesilmesin…Taşkın akan güzel suyun kurumasın…Kadir Tanrı seni namerde muhtaç etmesin…Ak alnında beş kelime dua kıldık,olsun kabul…Derlesin toplasın günahınızı,adı güzel Muhammed’e bağışlasın Han’ım hey…”
KAYNAKÇA
AKSEL, M. , İstanbul Mimarisinde Kuş Evleri, İstanbul enstitüsü Mecmuası, sy. V,İstanbul 1959, s.35.
AYVAZOĞLU, B. ,Meyve Bahçelerinden Taş Ocaklarına, Yeni Türkiye Çevre Özel Sayısı, 1995, sy.5, sf. 45.
ÇOPUROĞLU, Y. Cemalettin, (1993), Sosyo-Kültürel Sistem ve Değişme Analizinde Çevre, Çevre Meselesi ve Çevreci Hareketler, Doktora Tezi, İ.Ü S.B.E İktisat Fakültesi.
DANİŞMEND, İ. H. , Garb Membalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı, İstanbul 1982, Sf.183.
İstanbul Ansiklopedisi, c. IIV, sf. 71
KELEŞ, R., HAMAMCI, C. , Çevrebilim, Ankara 1993, s.21-22.
MACİT, Y. , Osmanlı Türklerinde Çevre Bilinci, Türkler Ansiklopedisi, c. 10, sf.590.
ŞENER, S., Sosyal Değerler ve Çevre , İnsan ve Çevre Sempozyum Tebliğleri, İstanbul 1992, s.21-22.
YÜCEL, E. , GÜLERSOY, Ç. , Boğaziçi Koruları, İstanbul, 1972
[1] Ruşen Keleş-Can Hamamcı, Çevrebilim, Ankara 1993, s.21-22.
[2] Sami Şener,”Sosyal Değerler ve Çevre”, İnsan ve Çevre Sempozyum Tebliğleri, İstanbul 1992, s.21-22.
[3] Malik Aksel, İstanbul Mimarisinde Kuş Evleri”,İstanbul enstitüsü Mecmuası, sy. V,İstanbul 1959, s.35.
[4] Beşir Ayvazoğlu,”Meyve Bahçelerinden Taş Ocaklarına” , Yeni Türkiye Çevre Özel Sayısı, 1995, sy.5, sf. 45.
[5] Yunus Macit, Osmanlı Türklerinde Çevre Bilinci, Türkler Ansiklopedisi, c. 10, sf.590.
[6] Macit, a. g. e. Sf.591.
[7] İsmail Hami Danişmend, Garb Membalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı, İstanbul 1982, Sf.183.
[8] Macit, a.g.e. Sf. 591.
[9] Macit, a.g.e. Sf.591.
[10] Macit, a.g.e. Sf.592.
[11] İstanbul Ansiklopedisi, c. IIV, sf. 71
Paramızı, mülkümüzü, kıymet verdiğimiz eşyalarımızı korumakta maşalah kaplan gibiyiz; oysaki korumamız gereken en önemli şey, hata birinci öncelikli en değerli şey çevremiz, ağaçlarımız, bitki varlıklarımız olmalıydı…
Siyasetin dışında, kafa yorulması gereken başka alanların varlığını, necip miletimizin özündeki güzel hasletlerini, cenet vatanımızın güzel beldelerini hatırlatan bu emek yoğun çalışmayı bizlere hediye etmeniz övgüye değer… Teşekür ederim.