*Feridun Eser
Türk milleti, tarih boyunca hem kendi bölgesinde ve hem de dünya çapında etkin devletler kurmuş, büyük mücadeleler vermiş, tarihin akışını, milletlerin kaderini etkilemiştir; ancak bugün, bırakın dünya çapında diyebilmeyi, kendi bölgesinde bile etkin değil edilgin hale düşürülmüştür. Bu durum, damarlarında hala Türk kanı dolaşanlara dokunmaktadır. Türk’ün düşmanlarının yıkıcı, bölücü ve eritici/ özüne yabancılaştırıcı saldırıları değişik metotlarla sürdürülmektedir.
Osmanlıların Avrupa’ya ayak basmalarıyla ile birlikte, “dinsel birliktelik / kutsal Hıristiyan birliği” ortak paydasında anlaşan Avrupalı milletler, topraklarına giren bu yabancı/ Müslüman milleti, topraklarından söküp atmak için Papalık önderliğinde birleşmişlerdi. Türkleri, Balkanlardan hatta Bizans toprağı saydıkları Anadolu’dan atmak maksadı ile adına “şark meselesi” dedikleri bir projeyi uygulamak için düğmeye basmışlar ve nihayetinde Osmanlı’yı yıkmışlardır. Batı için şark meselesi, “Türk meselesi”dir. Şark meselesi, Türkleri Anadolu’dan atmak veya orada esir etmek meselesidir ve sanıldığı gibi 18.yy.da ortaya çıkmamıştır; düşünce ve eylem bazında varlığı daha erken devirlere (15. yy., hatta 12.yy.) kadar götürülebilir. Osmanlılara karşı düzenlenen Haçlı seferleri, bunun kanıtıdır. Daha da öte, düzenlenen ilk haçlı seferleri (Selçuklulara karşı) Türkleri Anadolu’dan atmak, Bizans’ın varlığını korumak içindi!
Şark meselesinin temelinde, Avrupalıların Türklere duydukları kin, nefret ve düşmanlık hisleri vardır. Şark meselesi sadece siyasi değil dinsel, tarihsel, toplumsal, etnik ve psikolojik boyutlara da sahiptir. Batı, kendi varlığının devamı için şark meselesini kurgulamış ve uygulamaya geçirmiştir; şark meselesi, Batının var olma mücadelesidir ve günümüzde de devam etmektedir. 11 Eylül saldırılarından sonra, bazı Batılı devlet yöneticilerinin, “Haçlı seferleri yeniden başlamalıdır!” sözleri, sanıldığı ve söylendiği gibi bilinçaltının değil bilincin ayan beyan dışa yansımasıdır! Niyetlerini açık etmişlerdir; Haçlı zihniyeti sürmektedir.
Azınlıkları kışkırtan ve ayaklandıran, onların ayaklanmalarına destek veren Avrupalı sömürgeci güçler, azınlıklara “özgürlük, eşit haklar” gibi bahanelerle Osmanlı’nın iç işlerine müdahale etmişler ve böylelikle iç karışıklıkları artırmışlardır. Bir yandan da ekonomik sıkıntıya düşen devlete, verdikleri borç karşılığında yeraltı ve yerüstü kaynaklarına da el koymuşlardır. I. Dünya Savaşı’nın akabinde yıkabildikleri Osmanlı’ya bağlı topraklarda, onlarca devlet kurulmuş ve Türk’ün “anavatan” dediği Anadolu bile işgal edilmiştir. 90 yıl evvel bölerek, parçalayarak bu toprakları işgal edenler, bugün yine bu toprakları bölmenin hesaplarını yapmıyorlar mı? Bu niyetlerini, yerli işbirlikçileri ile dillendirmiyorlar mı?
Dün Selçuklu’ya ve Osmanlı’ya karşı yapılanlar, bugün sinsice, ustaca; gerek diplomasi, gerek küresel şirketler ve kültür emperyalizmi yolu ile gerekse terörü destekleme yolu ile yürütülmektedir. Günümüzde azınlık diye kah Alevilere sarılıyorlar, kah kendi yetiştirdikleri ayrılıkçı Kürtlere (PKK, …) sarılıyorlar; bin yıldır beraber yaşadığımız Alevi ve Kürt kardeşlerimiz için özgürlük, eşitlik istiyorlar. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun tanındığı anlaşma olan Lozan’a göre Aleviler ve Kürtler Müslümandırlar ve azınlık değil devletin kurucusu/ asli unsurlarıdır; Türk kökenli vatandaşlarla aynı hak ve özgürlüklere sahiptirler. Kardeşi, kardeşe kırdırmak hangi ahlakta vardır? Hiçbir kanıt bulunamayan, çirkin bir iftira olan sözde Ermeni soykırımı iddialarını kullanarak, Türkiye’ye diplomatik açıdan saldırıyorlar. Kanıtlanamamış bir iftiraya, hala sahiplenmek/ destek vermek ahlaki midir? “AB’ya uyum süreci düzenlemeleri” adı altında, iç işlerimize karışmıyorlar mı? Anlaşılıyor ki Selçukludan, Osmanlıdan bugüne değişen hiçbir şey yoktur. Bütün bunlara rağmen içimizdeki “Batılı dost ve müttefiklerimiz” diyenlere şaşıyorum; bunlar, ya tarihten habersizler yada bugünkü olayları tarihi perspektifin ışığında okuyamayacak kadar cahil veya gaflet içindeler yada … dilim varmıyor söylemeye, sizler anlayın…
Anadolu’nun işgaline karşı, Mustafa Kemal’in önderliğinde başlatılan İstiklal Savaşı tüm zorluklara rağmen başarıya ulaşmış ve işgalci kuvvetler, Anadolu’dan atılmıştır. Türk milleti, bağımsızlığını elde etmiş, ancak İslam topraklarının tamamı kaybedilmiş ve Türkiye’nin çevresi kuşatılmıştır.
Türk milleti ve Türk devletinin varlığına ve bekasına yönelik olarak, başkalarının yaptığı ve uygulamaya koyduğu planlar elbette vardır ve bundan sonrada var olacaktır. Çare buna karşı tarihi, dini, kültürel ortak kaderi paylaştığımız kardeş bütün Müslüman halklarla, topluluklarla ilişkilerimizi geliştirmek, güçlendirmek ve onları da harekete geçirerek varlığımıza kast etmeye çalışanlara karşı kendi planlarımızı uygulamaya geçirmektir. Nizam-ı alem, ila-yı kelimetullah, Cihan hakimiyeti, Türk İslam ülküsü diye adlandırılan, dünya tarihine yön veren bu mukaddes projemizi/ davamızı her türlü zorluğa rağmen uygulamaya koyma zamanıdır. Edilgin değil etkin olmalıyız; birilerinin bize biçtiği rolleri oynamaktansa, biz kendi tarihi misyonumuza uygun rol oynamaya başlamalıyız. Veya bize tayin ettikleri dar alanda oynamaktansa, kültürel bağlarımızın bulunduğu çok geniş bir alanda, kardeş halk ve topluluklarla işbirliği yaparak kendi oyunumuzu kurmalıyız. Yönümüzü, yolumuzu, kimselerin tayin etmesine gerek yok; tarihsel tecrübemiz yolumuzu da, yönümüzü de tayin etmemize yeter. Yeter ki buna inanalım ve bunu seslendirelim.
Son sözümüz, topraklarımızı işgalden kuran Mustafa Kemal’in bir sözü olsun ve bu söz, damarlarında hala Türk kanı dolaşanların parolası olsun: “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine, milli ananelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.” Bu söz, Türk milli eğitiminin de temeli olmalıdır!
Hazırlayan
Feridun Eser