Rivayette, yağan nisan yağmuru, hangi tiğniyeti beslerse, verimi de onun gibi olurmuş. Bir damlası eğer yılanın ağzına gidecek olursa zehir olurmuş. Saf bir kuzuda aynı feyiz ile sulandığında süt oluşurmuş, şifa için. Ya da denize düşerde, tuzlu suya karışmadan dipteki istiridyenin açık kapağından dalarsa aşka, inci olurmuş. Duygularda kullanım alanlarına göre artan bir renklilikle çoğalıp gitmektedirler.
Protonu elektrona, erkeği kadına, kulu Allah’a çeken aşk, sevgiliyi kırmama kaygısından, korkusundan başlayıp, yârin güzel yüzünü görebilmeyi ümit etmeye kadar varan bir geniş yelpazenin içinden seçilerek önümüze havf ve reca ya da korku ve ümit olarak seriliyor.
Âşık olduğumuz kendi varlığımız için, Allah’ın Cehenneminden korkup, Cennetini ümit edebiliriz. Aynı sebeple imansızlıktan korkup, imanı ümit edebiliriz. Ama hakikatler ve gerçek iman, Allah’ı ve resulünü canından çok sevmek değil midir? Yani artık kendimi değil, onu kırmak, küstürmek, incitmek korkusu ve ona ulaşma ümidiyle yaşamak. Sevdiği dilberden başka hiçbir şeyi istemeyen delikanlı gibi olabilmektir. Sevdiği Leyla’sını küstürmekten korkmak ve onun semtinde, penceresinin altında dolaşmak aşktan değil midir? Artık kendinden başkasına âşık olabilme başarısıdır, adeta.
Bazıları durmadan bu ülkeye nefret tohumları ekip düşmanlıklar üretirken, sizin sevgiden bahsetmeniz çölde sususz kalmış çaresize su sunmak gibidir.Kaleminize,gönlünüze sağlık.